Mersin escort Bodrum escort Bursa escort

Tuzla russian escort Alanya russian escort Kayseri russian escort Antalya russian escort Diyarbakır russian escort Anadolu yakası russian escort Adana russian escort Ataşehir russian escort Şirinevler russian escort Beylikdüzü russian escort Halkalı russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Samsun russian escort Avcılar russian escort Pendik russian escort Beylikdüzü russian escort Maltepe russian escort Ümraniye russian escort Mersin russian escort Avrupa yakası russian escort Kocaeli russian escort Bodrum russian escort Bakırköy russian escort Kadıköy russian escort İzmir russian escort bayan Beşiktaş russian escort Eskişehir russian escort Bursa russian escort Şişli russian escort Şişli russian escort russian escort İzmir Gaziantep russian escort Ankara russian escort Denizli russian escort Samsun escort kızlar Malatya russian escort İzmir russian escorts Samsun russian escort

Guymak
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Üstad ERGENÇ
Köşe Yazarı
Üstad ERGENÇ
 

Tüsiad meelesi üzerine

Özge Öner   TÜSİAD meselesi üzerine…   Neredeyse son on yıldır iktidar, kendine yakın sermayeye havuç dağıtırken, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye gruplarına aba altından sopayı gösteriyordu. Ne var ki iktidar yanlısı sermayeye verilecek havuç bitti. Kamu kaynaklarından beslenen şirketler için teşvik muslukları kurudu. Sermaye grupları arasındaki makas kapanmaya başlayınca, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye için sallanmak üzere hazır bekletilen sopa da artık aba altından çıktı. Bu aslında bir taşla iki kuş, zira bu vesile ile iktidara yakın sermaye gruplarına da “safları bozmayın” mesajı veriliyor   Toplumların ortak lisanını ortak dertleri, ortak neşeleri oluşturur.   Bir milli maçı kazandığımızda aynı bayrağı sallamak için sokaklara döküldüğümüz eski zaman kutlamalarıyla, bir deprem felaketinde kimin damı yıkıldı diye bakmadan yardıma koşmak hallerimiz böylesi müşterekleşme anlarına örnektir.   Artık ortak neşe değerleri olmayan bir ülkede yaşadığımızı söylemek için çok da karamsar olmaya gerek yok. Biz bayramları ve spor dallarını bile mahalleler arasında paylaşan bir ülke haline geldik zira.   Şimdi söyleyeceğim şeyi garip bulabilirsiniz ama yaşadığımız bu bitmeyen ekonomik, adli, sosyal ve siyasi kriz ikliminin bir hayırlı tarafı olacaktıysa, onun da aynı sıkıntılarda birleşme zaruretimiz olduğunu düşünüyordum bir zamandır. Geçen hafta üzerine yazdığım “kolektif mutsuzluk” hadisesi…   Neşede ortaklaşmamıza izin vermedikleri gibi, dertlerde de ortaklaşmaya izin vermemeye niyetli olduklarını her geçen gün yargı ve kolluk kuvvetlerini araçsallaştırarak bina ettikleri korku ikliminde görüyoruz.   Sıklıkla dile getirdiğim gerçek o ki bu dertte müşterekleşme hadisesi hangi ideolojik kanattan geldiği fark etmeksizin ekonomik buhranın ezdiği ücretli ve emekli yığınlar ile geleceğinden çalınan pırıl pırıl çocuklarımızla da sınırlı değil, sermaye için de geçerli.   Seküler ve mütedeyyin sermayenin dertlerde ortaklaşmasını engellemek için muhtaç oldukları yeni fay hattı, 13 Şubat’ta TÜSİAD’dan gelen makul ve kanımca gecikmiş açıklamalar sayesinde bulunmuş oldu.   İktidar kanadı ekonomik çöküşten kaynaklanan sorunların iş dünyasının tüm kesimlerine aynı ölçüde zarar verdiğini gayet iyi biliyor. TÜSİAD ve MÜSİAD’ın bir dönem ideolojik ve sınıfsal farklılıklarla ayrışmış olmalarına rağmen artık ortak dertlerle yüzleştiği gerçeği gün gibi ortada. TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın konuşmasında da vurguladığı gibi herkes her konuda eş zamanlı olarak zorlanıyor.   İktidarın bugüne kadar “sermaye ile savaş” retoriği bir tarafı palazlandırırken diğer tarafa had bildirme pratikleriyle dolu. Ancak eriyen ekonomik kapasite ile sürekli küçülen pastanın nasıl dilimleneceği mevzusu da taca çıkmaya başladı.   Hem TÜSİAD’ın hem de MÜSİAD’ın kapalı kapılar arkasında ekonomik sorunlar karşısında benzer sesler çıkarmaya başlaması mevcut iktidar için büyük bir tehdit unsuru. Bizim duyduklarımızı şüphesiz onlar da duyuyor. Haliyle kendi bekaları açısından bu iki sermaye grubunun aynı zeminde buluşmasını önlemeleri gerektiğinin farkında olmamaları mümkün değil. Hele de her iki mahalleye de eşit mesafede durma potansiyeli kuvvetli bir alternatif olarak Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanlığı adaylığında gaza basmışken.   İktidarın iktisadi olarak sıkıntılı dönemlerde alışageldik pratiği devlet kaynakları üzerinden nefes alanı açmak suretiyle bir tarafı rahatlatmaktı. Ancak iktisadi kriz kronik bir hal alınca bunu yapma kabiliyetini de yitirdi. Her ne kadar bu pratik bir elin parmağını geçmeyecek iktidara yakın (daha doğrusu iktidarın unsuru) birtakım şirketler için egzersiz edilmeye devam etse de sermaye gruplarının kompozisyonuna bakıldığında sükûneti muhafaza etmek için yeterli değil.   Öyle ya genellikle MÜSİAD ile özdeşleştirdiğimiz mütedeyyin sermaye, içinde birçok orta ölçekli iştiraki de barındırıyor. Para politikaları sebebiyle daralan ihracat potansiyeli bir türlü rahatlamayan iç pazar talebi ile de birleşince balyozun ağırını bu kesim yedi.   Şimdi hem İstanbul sermayesi hem de Anadolu Kaplanları için takvimi uzadıkça uzayan dezenflasyonist süreç ve Mehmet Şimşek ile başlayan ekonomi programının muvaffak olacağına dair erozyona uğrayan güven herkes için huzursuzluk anlamına geliyor. Ya da Orhan Turan’ın konuşmasında tabiriyle “biriken stres”in benzer damarlarda attığını gösteriyor.   Neredeyse son on yıldır iktidar, kendine yakın sermayeye havuç dağıtırken, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye gruplarına aba altından sopayı gösteriyordu.   Ne var ki iktidar yanlısı sermayeye verilecek havuç bitti. Kamu kaynaklarından beslenen şirketler için teşvik muslukları kurudu, destek mekanizmaları sürdürülemez hale geldi.   Sermaye grupları arasındaki makas kapanmaya başlayınca, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye için sallanmak üzere hazır bekletilen sopa da artık aba altından çıktı. Bu aslında bir taşla iki kuş, zira bu vesile ile iktidara yakın sermaye gruplarına da “safları bozmayın” mesajı veriliyor.   TÜSİAD neden şimdi “kral çıplak” dedi? TÜSİAD iş dünyasının bel kemiğidir. Bunu ‘’Tabure barın bel kemiğidir’’ gibi normatif bir yerden değil, rakamlara bakarak söylüyorum. TÜSİAD üyesi iştirakler Türkiye’nin enerji hariç ihracatının yüzde 80’ine, kamu hariç istihdamın yüzde 57’sine, kurumlar vergisinin ise yüzde 80’ine denk düşüyor.   TÜSİAD aynı zamanda küresel ekonomide rekabetçi bir Türkiye için demokrasinin, hukukun üstünlüğünün ve serbest piyasanın vazgeçilmez olduğu mesajını her fırsatta dile getiren bir kurum. Bu sebeple de rakamlar aksini söylese de iktidar tarafından sıklıkla “milli ve yerli” olmamakla itham edildiklerini biliyorsunuz.   Özellikle TMSF ile ilgili yasa sonrası TÜSİAD’ın uyarıları, ekonomik sistemdeki güven krizine işaret ediyor. Sordukları soru aklıselim herkesin soracağı cinsten:   Hukukun şeffaf ve bağımsız işlemediği bir düzende, ekonomik istikrar ve yatırım cazibesi sağlanabilir mi?   Sadece para politikası ile bu cehennemden çıkmak mümkün mü?   TÜSİAD’ın çıkışına gösterilen tepki ve konuşması sonrasında Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras hakkında başlatılan soruşturma iktidarın eleştiriye tahammülsüzlüğünün geldiği noktayı da gösteriyor. Eleştirinin demokrasinin zenginliği olduğunu anlamak yerine, onu bastırmaya çalışmak iktidara dönük artan hızda büyüyen güvensizliği derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor aslında. Kimileri, Türkiye’yi demokratikleştirme vaadiyle iktidara gelen AKP’nin demokrasinin sadece seçim sandığına indirgenemeyeceğini; hukukun işlerliği ve eleştirel düşüncenin serbestçe ifade edilmesinin de en az oy kullanmak kadar önemli olduğunu “unuttuğunu” düşünüyor. Ama kanaatimce aslında hiçbir zaman sahiplenmedikleri idealler bunlar. Bu benim için iktidarın yoldan çıkmasından ziyade şapkanın düşünce kelin görünmesi hadisesi.   TÜSİAD toplantısında hukukçu Adem Sözüer’in vurguladığı ikili devlet yapısı meselesi, Türkiye’deki ekonomik ve siyasi açmazları anlamak için anahtar niteliğinde. Keyfi devletin, hukuk devletini zapturapt altına alması, yalnızca yargının bağımsızlığını değil, serbest piyasanın ve girişimciliğin geleceğini de tehdit ediyor. Hukukun üstünlüğü yeniden tesis edilmeden, piyasa aktörlerinin öngörülebilirlik arayışı da sonuçsuz kalacaktır. Mesele artık sadece ekonominin darboğaza sürüklenmesi değil, bu boğazdan çıkışın anahtarının zamanında alınacak doğru aksiyonlara bağlı olması. Türkiye, hukuk devletini keyfi devletin gölgesinden kurtarabildiği ölçüde, yalnızca ekonomik sıkıntılarını değil, toplumsal güven krizini de aşma şansına sahip olacaktır. Bu sürecin neye evrileceği, TÜSİAD’ın tavrında kararlı olup olmayacağı, diğer sermaye ve iş örgütlerinin ne şekilde konumlanacağı henüz belli değil, bekleyip göreceğiz. Ancak benim temennim o ki geçmişte farklı kesimlerin sopayı gördüğü an sıklıkla yaptığı ve her seferinde de daha beter bir vaziyette kendimizi bulmamıza sebebiyet veren hatanın tekrarlanmaması, yani geri adım atılmaması. Peki neden şimdi? TÜSİAD neden daha önce bu konularda yüksek sesle eleştiri getirmedi? Bu soruların cevabı, son dönemde giderek artan hukuki ve ekonomik riskler ile doğrudan bağlantılı. Yasal düzenlemeler ile TMSF’nin yetkilerinin genişletilmesi ve şirketlere kayyum atanması temayülü iş dünyası için doğrudan bir tehdit haline geldi.   Bildiğiniz üzere 4 Şubat 2025’te yürürlüğe giren yeni bir yasa var. Artık TMSF şüphe üzerine şirketlere kayyum olarak atanabilecek ve şirketlerin yönetimini beş yıl boyunca devralabilecek. Mal varlığı aklama veya terörizmin finansmanı gibi şüpheli durumlar yeterli gerekçe olacak, azınlık hissedarlarının rızası aranmayacak, yani Türk Ticaret Kanunu’nun sınırları askıya alınacak. TMSF, bu şirketleri ticari koşullara göre yönetecek, kısmen veya tamamen satabilecek.   Sopa belli: Sus, yoksa şirketini alırım.   Kayyum korkusu: Hukuki belirsizlik ve TMSF’nin yeni yetkileri Torba yasa ile getirilen düzenlemeler, kayyum atamalarında yargının rolünü sınırlıyor ve TMSF’yi şirketlerin yönetimine el koyabilecek yeni bir araç haline getiriyor. Daha önce kayyum atamaları mahkemeler tarafından belirlenen süreçlere tabiyken, yeni düzenlemelerle TMSF’nin kayyum olarak atanmasının önü açılıyor. Bu durum, özellikle büyük ölçekli şirketlerin siyasi baskı altında kontrol altına alınması endişesini doğuruyor.   Normal şartlarda, kayyum atanması için Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 133’üncü maddesinin değiştirilmesi gerekirdi. Ancak, bu maddede bir değişiklik yapılmaksızın TMSF’ye yeni yetkiler verilmesi, hukuk sisteminde keyfiyetle kullanılabilecek bir yeni boşluğu da beraberinde getirdi.   Mahkemeler, genellikle davacı tarafın önerdiği kişileri kayyum olarak atarken, yeni düzenleme ile tüm büyük ölçekli şirketlerde kayyumun TMSF olarak atanması mümkün hale geldi. Kayyum kararlarına itiraz edilebileceği belirtilse de özellikle soruşturma aşamasında etkin bir denetimin olmadığı gerçeği dikkate alındığında bunun nasıl bir sopa olduğunu ve ne şekilde kullanılabileceğini görmek mümkün. Bilhassa “terörle iltisak şüphesi” gibi muğlak gerekçelerle kayyum atanması, ekonomik aktörler için öngörülemezliğin arşa çıkması anlamına geliyor. Aslında TÜSİAD, bu yeni yasayla bıçak kemiğe dayanana kadar zaten bu tehdit atmosferinde sessizce nefes almayı öğrenmiş durumdaydı. 2021 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Eyyyy TÜSİAD ve yavruları, size sesleniyorum. Kalkıp da hükümete saldırmanın değişik yollarını aramayın bizimle mücadele edemezsiniz.   Sizin cinsinizi de cibilliyetinizi de gayet iyi biliyorum” çıkışını hatırlayın.   Bu uyarı, iş dünyasında büyük bir tedirginlik yaratsa da Erdoğan yönetiminin irrasyonel ekonomi politikalarına dönme ihtimali, TÜSİAD’ın dilini daha dikkatli kullanma refleksini beraberinde getirdi.   Aslında TÜSİAD’ın sessizliği Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetimini devralması ile bozuldu, o da iktidarın lehine. Bir avuç iktisatçı her ne kadar gırtlağımız yırtılana kadar aynı iktidarın aynı siyasi beka saikleriyle yürüteceği hiçbir ekonomi programının müsbet netice vermeyeceğini söylediysek de, TÜSİAD Şimşek’in rasyonel politikalar izleme sözüne kendini ikna edip her kesimden çok arkasında durdu. Ancak TMSF’nin şirketlere el koyma yetkilerinin genişletilmesi ve sonu gelmeyen tutuklamalar bu güvenin ne kadar mesnetsiz olduğunu, Ekrem İmamoğlu’nun Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat’ın tutuklanması akabinde yaptığı konuşmada söylediği gibi “sıranın herkese gelebileceğini” hatırlattı.   TÜSİAD aslında ne diyor? Peki Allah aşkına bu toz duman içinde kaybolup gitmesin, ne olur siz değerli okurlarımın zihninde yer etsin diyerek TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın vaveyla koparan konuşmasına konu olan Perspektif 2025 raporunu özetlemek isterim.   Yeni dünya düzleminde Türkiye ekonomisinin yön arayışı Türkiye ekonomisi, son dönemde makroekonomik istikrar arayışı, enflasyonla mücadele ve uluslararası rekabette konumlanma gibi birbiriyle ilişkili ancak farklı stratejik öncelikler arasında dengenin kurulmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyor. 2024’te uygulanan para politikasıyla enflasyon düşüş trendine girse de bu ivme henüz yeterli seviyeye erişmiş değil. 2025’e girerken dezenflasyon sürecini destekleyecek daha geniş kapsamda mali ve yapısal reformlara duyulan ihtiyaç artıyor.   2024 sonunda enflasyon %45 seviyesinde kalmışken, gelişmekte olan akran ülkelerde bu oran %6 civarında seyrediyor. (Tablo 1)   Hukuk, demokrasi ve ekonomik büyük resim Gelişmiş ekonomilerde hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı, sadece demokratik bir mesele olarak değil, aynı zamanda ekonomik istikrar ve yatırım çekiciliği açısından hayati bir konu olarak ele alınıyor.   Benim de iki hafta evvel üzerine yazdığım gibi rapor World Justice Project‘in Hukukun Üstünlüğü Endeksi‘ne göre Türkiye’nin G20 ülkeleri arasında 117’nci sırada yer aldığına dikkat çekiyor ve bu durum hukuki öngörülebilirliğin ne kadar kritik olduğunu gösterdiğini yineliyor.   Yatırım ekosisteminde rekabet avantajını kaybetmemek 2007’de 28.5 milyar dolar olan doğrudan yabancı yatırım seviyeleri, 2023 itibarıyla 10 milyar doların altına düşmüştür. Yatırımcı güveni zayıfladıkça, sermayenin Türkiye yerine Polonya, Macaristan, Endonezya gibi ülkelere kayması sürebilir. (Tablo2)     AB ile geri dönüşü olmayan yol ayrımı AB ile entegrasyon, yalnızca Gümrük Birliği‘nin modernizasyonuyla sınırlı kalmamalı; yeşil ve dijital dönüşüm, ticaret ve teknoloji alanlarında da uyum içinde ilerlenmelidir. Türkiye’nin AB ile ticaret hacmi 2013’te 148.5 milyar dolar iken, 2023’te bu seviyede sınırlı kalmış, oysa BRICS ülkeleriyle ticaret hızla artmıştır. Ülkeler komşularıyla büyürler. (Tablo 3)     Dönüşümde öncelikler, tehlikeli(!) öneriler TÜSİAD’ın raporunda ekonomik, demokratik, sosyal, çevresel ve teknolojik açıdan dayanıklı, dönüşümlere hazır ve küresel rekabette öne çıkan bir ülke olabilmek için şu önceliklerin dikkate alınması kritik önem taşıdığı vurgulanıyor:   Hukuksal ve demokratik altyapının güçlendirilmesi Enflasyonla kararlı mücadele Etkili mali politikalar ve kayıt dışılık ile mücadele Gelir dağılımının iyileştirilmesi Doğrudan yatırımlara uygun ortamın sağlanması Küresel ilişkilerin ve bölgesel işbirliklerinin geliştirilmesi Eğitimde ve beceri kazandırmada kalite ve kapsayıcılığın sağlanması Kadınların ekonomideki ve karar alma mekanizmalarındaki rolünün artırılması Sanayide ileri teknoloji ile verimliliğin ve katma değerin artırılması Dijital ekonomide güçlü konumlanma Karbonsuzlaşma/yeşil dönüşümün sağlanması… Buyurun siz karar verin burada makul olmayan bir husus var mı?  

Tüsiad meelesi üzerine

Özge Öner
 
TÜSİAD meselesi üzerine…
 
Neredeyse son on yıldır iktidar, kendine yakın sermayeye havuç dağıtırken, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye gruplarına aba altından sopayı gösteriyordu. Ne var ki iktidar yanlısı sermayeye verilecek havuç bitti. Kamu kaynaklarından beslenen şirketler için teşvik muslukları kurudu. Sermaye grupları arasındaki makas kapanmaya başlayınca, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye için sallanmak üzere hazır bekletilen sopa da artık aba altından çıktı. Bu aslında bir taşla iki kuş, zira bu vesile ile iktidara yakın sermaye gruplarına da “safları bozmayın” mesajı veriliyor
 
Toplumların ortak lisanını ortak dertleri, ortak neşeleri oluşturur.
 
Bir milli maçı kazandığımızda aynı bayrağı sallamak için sokaklara döküldüğümüz eski zaman kutlamalarıyla, bir deprem felaketinde kimin damı yıkıldı diye bakmadan yardıma koşmak hallerimiz böylesi müşterekleşme anlarına örnektir.
 
Artık ortak neşe değerleri olmayan bir ülkede yaşadığımızı söylemek için çok da karamsar olmaya gerek yok. Biz bayramları ve spor dallarını bile mahalleler arasında paylaşan bir ülke haline geldik zira.
 
Şimdi söyleyeceğim şeyi garip bulabilirsiniz ama yaşadığımız bu bitmeyen ekonomik, adli, sosyal ve siyasi kriz ikliminin bir hayırlı tarafı olacaktıysa, onun da aynı sıkıntılarda birleşme zaruretimiz olduğunu düşünüyordum bir zamandır. Geçen hafta üzerine yazdığım “kolektif mutsuzluk” hadisesi…
 
Neşede ortaklaşmamıza izin vermedikleri gibi, dertlerde de ortaklaşmaya izin vermemeye niyetli olduklarını her geçen gün yargı ve kolluk kuvvetlerini araçsallaştırarak bina ettikleri korku ikliminde görüyoruz.
 
Sıklıkla dile getirdiğim gerçek o ki bu dertte müşterekleşme hadisesi hangi ideolojik kanattan geldiği fark etmeksizin ekonomik buhranın ezdiği ücretli ve emekli yığınlar ile geleceğinden çalınan pırıl pırıl çocuklarımızla da sınırlı değil, sermaye için de geçerli.
 
Seküler ve mütedeyyin sermayenin dertlerde ortaklaşmasını engellemek için muhtaç oldukları yeni fay hattı, 13 Şubat’ta TÜSİAD’dan gelen makul ve kanımca gecikmiş açıklamalar sayesinde bulunmuş oldu.
 
İktidar kanadı ekonomik çöküşten kaynaklanan sorunların iş dünyasının tüm kesimlerine aynı ölçüde zarar verdiğini gayet iyi biliyor. TÜSİAD ve MÜSİAD’ın bir dönem ideolojik ve sınıfsal farklılıklarla ayrışmış olmalarına rağmen artık ortak dertlerle yüzleştiği gerçeği gün gibi ortada. TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın konuşmasında da vurguladığı gibi herkes her konuda eş zamanlı olarak zorlanıyor.
 
İktidarın bugüne kadar “sermaye ile savaş” retoriği bir tarafı palazlandırırken diğer tarafa had bildirme pratikleriyle dolu. Ancak eriyen ekonomik kapasite ile sürekli küçülen pastanın nasıl dilimleneceği mevzusu da taca çıkmaya başladı.
 
Hem TÜSİAD’ın hem de MÜSİAD’ın kapalı kapılar arkasında ekonomik sorunlar karşısında benzer sesler çıkarmaya başlaması mevcut iktidar için büyük bir tehdit unsuru. Bizim duyduklarımızı şüphesiz onlar da duyuyor. Haliyle kendi bekaları açısından bu iki sermaye grubunun aynı zeminde buluşmasını önlemeleri gerektiğinin farkında olmamaları mümkün değil. Hele de her iki mahalleye de eşit mesafede durma potansiyeli kuvvetli bir alternatif olarak Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanlığı adaylığında gaza basmışken.
 
İktidarın iktisadi olarak sıkıntılı dönemlerde alışageldik pratiği devlet kaynakları üzerinden nefes alanı açmak suretiyle bir tarafı rahatlatmaktı. Ancak iktisadi kriz kronik bir hal alınca bunu yapma kabiliyetini de yitirdi. Her ne kadar bu pratik bir elin parmağını geçmeyecek iktidara yakın (daha doğrusu iktidarın unsuru) birtakım şirketler için egzersiz edilmeye devam etse de sermaye gruplarının kompozisyonuna bakıldığında sükûneti muhafaza etmek için yeterli değil.
 
Öyle ya genellikle MÜSİAD ile özdeşleştirdiğimiz mütedeyyin sermaye, içinde birçok orta ölçekli iştiraki de barındırıyor. Para politikaları sebebiyle daralan ihracat potansiyeli bir türlü rahatlamayan iç pazar talebi ile de birleşince balyozun ağırını bu kesim yedi.
 
Şimdi hem İstanbul sermayesi hem de Anadolu Kaplanları için takvimi uzadıkça uzayan dezenflasyonist süreç ve Mehmet Şimşek ile başlayan ekonomi programının muvaffak olacağına dair erozyona uğrayan güven herkes için huzursuzluk anlamına geliyor. Ya da Orhan Turan’ın konuşmasında tabiriyle “biriken stres”in benzer damarlarda attığını gösteriyor.
 
Neredeyse son on yıldır iktidar, kendine yakın sermayeye havuç dağıtırken, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye gruplarına aba altından sopayı gösteriyordu.
 
Ne var ki iktidar yanlısı sermayeye verilecek havuç bitti. Kamu kaynaklarından beslenen şirketler için teşvik muslukları kurudu, destek mekanizmaları sürdürülemez hale geldi.
 
Sermaye grupları arasındaki makas kapanmaya başlayınca, muhalif eğilimleriyle bilinen sermaye için sallanmak üzere hazır bekletilen sopa da artık aba altından çıktı. Bu aslında bir taşla iki kuş, zira bu vesile ile iktidara yakın sermaye gruplarına da “safları bozmayın” mesajı veriliyor.
 
TÜSİAD neden şimdi “kral çıplak” dedi?
TÜSİAD iş dünyasının bel kemiğidir. Bunu ‘’Tabure barın bel kemiğidir’’ gibi normatif bir yerden değil, rakamlara bakarak söylüyorum. TÜSİAD üyesi iştirakler Türkiye’nin enerji hariç ihracatının yüzde 80’ine, kamu hariç istihdamın yüzde 57’sine, kurumlar vergisinin ise yüzde 80’ine denk düşüyor.
 
TÜSİAD aynı zamanda küresel ekonomide rekabetçi bir Türkiye için demokrasinin, hukukun üstünlüğünün ve serbest piyasanın vazgeçilmez olduğu mesajını her fırsatta dile getiren bir kurum. Bu sebeple de rakamlar aksini söylese de iktidar tarafından sıklıkla “milli ve yerli” olmamakla itham edildiklerini biliyorsunuz.
 
Özellikle TMSF ile ilgili yasa sonrası TÜSİAD’ın uyarıları, ekonomik sistemdeki güven krizine işaret ediyor. Sordukları soru aklıselim herkesin soracağı cinsten:
 
Hukukun şeffaf ve bağımsız işlemediği bir düzende, ekonomik istikrar ve yatırım cazibesi sağlanabilir mi?
 
Sadece para politikası ile bu cehennemden çıkmak mümkün mü?
 
TÜSİAD’ın çıkışına gösterilen tepki ve konuşması sonrasında Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Ömer Aras hakkında başlatılan soruşturma iktidarın eleştiriye tahammülsüzlüğünün geldiği noktayı da gösteriyor. Eleştirinin demokrasinin zenginliği olduğunu anlamak yerine, onu bastırmaya çalışmak iktidara dönük artan hızda büyüyen güvensizliği derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor aslında. Kimileri, Türkiye’yi demokratikleştirme vaadiyle iktidara gelen AKP’nin demokrasinin sadece seçim sandığına indirgenemeyeceğini; hukukun işlerliği ve eleştirel düşüncenin serbestçe ifade edilmesinin de en az oy kullanmak kadar önemli olduğunu “unuttuğunu” düşünüyor. Ama kanaatimce aslında hiçbir zaman sahiplenmedikleri idealler bunlar. Bu benim için iktidarın yoldan çıkmasından ziyade şapkanın düşünce kelin görünmesi hadisesi.
 
TÜSİAD toplantısında hukukçu Adem Sözüer’in vurguladığı ikili devlet yapısı meselesi, Türkiye’deki ekonomik ve siyasi açmazları anlamak için anahtar niteliğinde. Keyfi devletin, hukuk devletini zapturapt altına alması, yalnızca yargının bağımsızlığını değil, serbest piyasanın ve girişimciliğin geleceğini de tehdit ediyor. Hukukun üstünlüğü yeniden tesis edilmeden, piyasa aktörlerinin öngörülebilirlik arayışı da sonuçsuz kalacaktır. Mesele artık sadece ekonominin darboğaza sürüklenmesi değil, bu boğazdan çıkışın anahtarının zamanında alınacak doğru aksiyonlara bağlı olması. Türkiye, hukuk devletini keyfi devletin gölgesinden kurtarabildiği ölçüde, yalnızca ekonomik sıkıntılarını değil, toplumsal güven krizini de aşma şansına sahip olacaktır. Bu sürecin neye evrileceği, TÜSİAD’ın tavrında kararlı olup olmayacağı, diğer sermaye ve iş örgütlerinin ne şekilde konumlanacağı henüz belli değil, bekleyip göreceğiz. Ancak benim temennim o ki geçmişte farklı kesimlerin sopayı gördüğü an sıklıkla yaptığı ve her seferinde de daha beter bir vaziyette kendimizi bulmamıza sebebiyet veren hatanın tekrarlanmaması, yani geri adım atılmaması.
Peki neden şimdi? TÜSİAD neden daha önce bu konularda yüksek sesle eleştiri getirmedi? Bu soruların cevabı, son dönemde giderek artan hukuki ve ekonomik riskler ile doğrudan bağlantılı. Yasal düzenlemeler ile TMSF’nin yetkilerinin genişletilmesi ve şirketlere kayyum atanması temayülü iş dünyası için doğrudan bir tehdit haline geldi.
 
Bildiğiniz üzere 4 Şubat 2025’te yürürlüğe giren yeni bir yasa var. Artık TMSF şüphe üzerine şirketlere kayyum olarak atanabilecek ve şirketlerin yönetimini beş yıl boyunca devralabilecek. Mal varlığı aklama veya terörizmin finansmanı gibi şüpheli durumlar yeterli gerekçe olacak, azınlık hissedarlarının rızası aranmayacak, yani Türk Ticaret Kanunu’nun sınırları askıya alınacak. TMSF, bu şirketleri ticari koşullara göre yönetecek, kısmen veya tamamen satabilecek.
 
Sopa belli: Sus, yoksa şirketini alırım.
 
Kayyum korkusu: Hukuki belirsizlik ve TMSF’nin yeni yetkileri
Torba yasa ile getirilen düzenlemeler, kayyum atamalarında yargının rolünü sınırlıyor ve TMSF’yi şirketlerin yönetimine el koyabilecek yeni bir araç haline getiriyor. Daha önce kayyum atamaları mahkemeler tarafından belirlenen süreçlere tabiyken, yeni düzenlemelerle TMSF’nin kayyum olarak atanmasının önü açılıyor. Bu durum, özellikle büyük ölçekli şirketlerin siyasi baskı altında kontrol altına alınması endişesini doğuruyor.
 
Normal şartlarda, kayyum atanması için Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 133’üncü maddesinin değiştirilmesi gerekirdi. Ancak, bu maddede bir değişiklik yapılmaksızın TMSF’ye yeni yetkiler verilmesi, hukuk sisteminde keyfiyetle kullanılabilecek bir yeni boşluğu da beraberinde getirdi.
 
Mahkemeler, genellikle davacı tarafın önerdiği kişileri kayyum olarak atarken, yeni düzenleme ile tüm büyük ölçekli şirketlerde kayyumun TMSF olarak atanması mümkün hale geldi.
Kayyum kararlarına itiraz edilebileceği belirtilse de özellikle soruşturma aşamasında etkin bir denetimin olmadığı gerçeği dikkate alındığında bunun nasıl bir sopa olduğunu ve ne şekilde kullanılabileceğini görmek mümkün.
Bilhassa “terörle iltisak şüphesi” gibi muğlak gerekçelerle kayyum atanması, ekonomik aktörler için öngörülemezliğin arşa çıkması anlamına geliyor.
Aslında TÜSİAD, bu yeni yasayla bıçak kemiğe dayanana kadar zaten bu tehdit atmosferinde sessizce nefes almayı öğrenmiş durumdaydı. 2021 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Eyyyy TÜSİAD ve yavruları, size sesleniyorum. Kalkıp da hükümete saldırmanın değişik yollarını aramayın bizimle mücadele edemezsiniz.
 
Sizin cinsinizi de cibilliyetinizi de gayet iyi biliyorum” çıkışını hatırlayın.
 
Bu uyarı, iş dünyasında büyük bir tedirginlik yaratsa da Erdoğan yönetiminin irrasyonel ekonomi politikalarına dönme ihtimali, TÜSİAD’ın dilini daha dikkatli kullanma refleksini beraberinde getirdi.
 
Aslında TÜSİAD’ın sessizliği Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetimini devralması ile bozuldu, o da iktidarın lehine. Bir avuç iktisatçı her ne kadar gırtlağımız yırtılana kadar aynı iktidarın aynı siyasi beka saikleriyle yürüteceği hiçbir ekonomi programının müsbet netice vermeyeceğini söylediysek de, TÜSİAD Şimşek’in rasyonel politikalar izleme sözüne kendini ikna edip her kesimden çok arkasında durdu. Ancak TMSF’nin şirketlere el koyma yetkilerinin genişletilmesi ve sonu gelmeyen tutuklamalar bu güvenin ne kadar mesnetsiz olduğunu, Ekrem İmamoğlu’nun Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat’ın tutuklanması akabinde yaptığı konuşmada söylediği gibi “sıranın herkese gelebileceğini” hatırlattı.
 
TÜSİAD aslında ne diyor?
Peki Allah aşkına bu toz duman içinde kaybolup gitmesin, ne olur siz değerli okurlarımın zihninde yer etsin diyerek TÜSİAD Başkanı Orhan Turan’ın vaveyla koparan konuşmasına konu olan Perspektif 2025 raporunu özetlemek isterim.
 
Yeni dünya düzleminde Türkiye ekonomisinin yön arayışı
Türkiye ekonomisi, son dönemde makroekonomik istikrar arayışı, enflasyonla mücadele ve uluslararası rekabette konumlanma gibi birbiriyle ilişkili ancak farklı stratejik öncelikler arasında dengenin kurulmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyor. 2024’te uygulanan para politikasıyla enflasyon düşüş trendine girse de bu ivme henüz yeterli seviyeye erişmiş değil. 2025’e girerken dezenflasyon sürecini destekleyecek daha geniş kapsamda mali ve yapısal reformlara duyulan ihtiyaç artıyor.
 
2024 sonunda enflasyon %45 seviyesinde kalmışken, gelişmekte olan akran ülkelerde bu oran %6 civarında seyrediyor. (Tablo 1)
 
Hukuk, demokrasi ve ekonomik büyük resim
Gelişmiş ekonomilerde hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı, sadece demokratik bir mesele olarak değil, aynı zamanda ekonomik istikrar ve yatırım çekiciliği açısından hayati bir konu olarak ele alınıyor.
 
Benim de iki hafta evvel üzerine yazdığım gibi rapor World Justice Project‘in Hukukun Üstünlüğü Endeksi‘ne göre Türkiye’nin G20 ülkeleri arasında 117’nci sırada yer aldığına dikkat çekiyor ve bu durum hukuki öngörülebilirliğin ne kadar kritik olduğunu gösterdiğini yineliyor.
 
Yatırım ekosisteminde rekabet avantajını kaybetmemek
2007’de 28.5 milyar dolar olan doğrudan yabancı yatırım seviyeleri, 2023 itibarıyla 10 milyar doların altına düşmüştür. Yatırımcı güveni zayıfladıkça, sermayenin Türkiye yerine Polonya, Macaristan, Endonezya gibi ülkelere kayması sürebilir. (Tablo2)
 
 
AB ile geri dönüşü olmayan yol ayrımı
AB ile entegrasyon, yalnızca Gümrük Birliği‘nin modernizasyonuyla sınırlı kalmamalı; yeşil ve dijital dönüşüm, ticaret ve teknoloji alanlarında da uyum içinde ilerlenmelidir. Türkiye’nin AB ile ticaret hacmi 2013’te 148.5 milyar dolar iken, 2023’te bu seviyede sınırlı kalmış, oysa BRICS ülkeleriyle ticaret hızla artmıştır. Ülkeler komşularıyla büyürler. (Tablo 3)
 
 
Dönüşümde öncelikler, tehlikeli(!) öneriler
TÜSİAD’ın raporunda ekonomik, demokratik, sosyal, çevresel ve teknolojik açıdan dayanıklı, dönüşümlere hazır ve küresel rekabette öne çıkan bir ülke olabilmek için şu önceliklerin dikkate alınması kritik önem taşıdığı vurgulanıyor:
 
Hukuksal ve demokratik altyapının güçlendirilmesi
Enflasyonla kararlı mücadele
Etkili mali politikalar ve kayıt dışılık ile mücadele
Gelir dağılımının iyileştirilmesi
Doğrudan yatırımlara uygun ortamın sağlanması
Küresel ilişkilerin ve bölgesel işbirliklerinin geliştirilmesi
Eğitimde ve beceri kazandırmada kalite ve kapsayıcılığın sağlanması
Kadınların ekonomideki ve karar alma mekanizmalarındaki rolünün artırılması
Sanayide ileri teknoloji ile verimliliğin ve katma değerin artırılması
Dijital ekonomide güçlü konumlanma
Karbonsuzlaşma/yeşil dönüşümün sağlanması…
Buyurun siz karar verin burada makul olmayan bir husus var mı?

 
Yazıya ifade bırak !
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.