Kısa bir öyküdür hayat, uğruna upuzun acılar çektiğimiz. Kısa bir Türküdür, bir kez daha söylemek için delirdiğimiz...
Yılmaz Odabaşı
1 yıl 2 ay 21 gün sonra doğmuştu benden, bundan 57 yıl önce. İlkokula başlamak için 1 yıl onu beklemiştim bu gecikmesinin yüzünden. 5 kilometre uzaktaki köy okuluna patika yollardan yürüyerek tek başıma göndermemişlerdi beni. Yani yol arkadaşlığını ilk onunla öğrenecektim ben…
Sonrası 11 yıl sınıf arkadaşlığı. Bu 11 yılda hiç sıra arkadaşlığımız olmadı ama hep aynı yatakta uyandık. 6 kardeşin hepsine ayrı ayrı yatak serecek kadar büyük değildi çocukluğumuzun geçtiği köydeki dede evi. Sonra büyük evlerimiz oldu, arabalarımız, paralarımız, belki çok şeylerimiz; ama hiç o kadar mutlu olamadık bir daha….
Sadece dünyaya gelmekte bana geç kalmıştı. Sonra her şeyde beni geçti. Hiçbir şeyde sıraya uymadı, sıra dışı bir hayatı oldu hep. Benden önce sevgilisi oldu, benden önce evlendi, benden önce baba oldu, (ben hala olamadım ya o da ayrı bir şey). Ve benden önce de gitti…
Onunla birlikte büyürken neredeyse yarım yüzyıl kardeş acısının en büyük acı olduğunu anlatan hikayeler dinledik büyüklerimizden. “Ne lan bu kardeş acısı; acının kardeşi bacısı amcası halası dayısı teyzesi mi olur, acı acıdır…” diye meydan okurdum hep anlatana da, dinleyene de, tarihe de…
Öyle bir acıyla öğreterek meydan okudu ki hayat…
Yüz yıllık sustum…
Abin kurban olsun gidişine
Abin kurban olsun abim diyişine
Güle güle canım kardeşim…
Güle güle canımın yarısı…
Güle güle canımın yarası…
Güle güle YİRİ KAFALIM..!