Arjantin, Hollanda, Türkiye: Kriz, delilik, umut
Arjantin uzunca bir süredir enflasyonla boğuşuyor, halk giderek yoksullaşıyor, sadece ekonomik değil politik de bir kriz yaşanıyor ve bu çoklu kriz konjonktürünü düzenin yaşadığı hegemonya krizi taçlandırıyordu. Enflasyon ve yoksulluk eğer devrimci bir alternatif ortaya çıkmazsa toplumu çürütür, düzene yönelik öfke devrimciler tarafından politize edilmezse faşizm tarafından politize edilir, meşruiyet krizini sol çözemezse sağ çözer. Milei tam olarak bunu yaptı, halkın öfkesini aldı sosyal yardımları kesme, kamuya ait bütün varlıkları özelleştirme, organ ticaretini serbest bırakma, merkez bankasını kapatma gibi “delice” vaatlerle birleştirerek iktidar oldu. Kriz, bizzat sermaye düzeninin uzun vadeli aklını tedirgin edecek derecede sermayeci bir “deli”nin Arjantin’in başına geçmesiyle sonuçlandı.
Hollanda ise bütün bir Avrupa gibi hala daha 2008 krizinin sancılarını yaşamaya devam ediyor ve bu kriz kendisini göçmen ve yabancı düşmanlığında somutlaştırıyor. Bugün Batı dünyasında sağ popülizmin ya da neo-faşizmin siyasal ve toplumsal güçlenme zeminini göç meselesi ve göçmenler oluşturuyor. Kapitalizm dünya ölçeğinde gelir dağılımını alt üst ettikçe ve yoksul ülkeler daha da yoksullaştıkça “yeryüzünün lanetlileri” geçmişin kavimler göçü misali Batı’ya akın ediyor. Bu göç dalgası bizzat Batılı emekçi sınıfların yoksulluğuyla birleşince ortaya bugün yaşanan kriz çıkıyor. Komünist, sosyalist, devrimci hareketlerin yokluğunda, Batı solu yüzünü bütünüyle kimlik siyasetine dönmüşken ve sınıf siyasetini unutmuşken, sağ popülizm ve neo-faşizm ortaya çıkan boşluğu dolduruyor. Faşizm bir kez daha halkın düzene yönelik öfkesini manipüle ediyor, başka bir yere yönlendiriyor ve düzen açısından tehlike arz etmeyeceği varsayılan bir düzleme yerleştiriyor.
Arjantin ve Hollanda’da son örneklerini gördüğümüz şekilde dünya ölçeğinde yaşanan krizin dünya ölçeğinde bir deliliğe doğru evrilmesinin nedeni solun yokluğudur. Küresel kapitalizm, yoksulluk, enflasyon, iklim, göç, temsil, meşruiyet gibi sayısız başlıkta ortaya çıkan çoklu bir kriz konjonktürünü yaşarken, solun ve işçi sınıfının siyaset sahnesindeki yokluğu dünyayı bir delilik haline sürüklüyor. Troçki Nazizm’in iktidara gelişiyle ilgili olarak “komünist parti devrimci umudu örgütlüyorsa, faşizm de karşı-devrimci umutsuzluğu örgütler” minvalinde bir şey söylemişti. Bugün dünyada komünist hareketin yokluğunda faşizm toplumların umutsuzluğunu ve öfkesini örgütlüyor, solun yokluğu dünyanın karşı-devrimci deliliğinin temelini oluşturuyor.
Türkiye elbette ki bu küresel tablonun dışında değil, Türkiye’nin karşı-devriminin de farklı şekillerde tezahür eden delilik halinin de gerisinde Türkiye’nin sermaye düzeninin krizi bulunuyor. Bu düzenin sembol ismi Rahmi Koç geçtiğimiz günlerde verdiği bir röportajda Türkiye’de 5.5 milyon devlet memuru olduğunu, oysa devletin 2 milyon kişiyle de çalışabileceğini söylüyordu. Koç’un sözleri, Türkiye sermaye sınıfının 12 Eylül’den beri aynı yerde durduğunu gösteriyor.
Çünkü önce 24 Ocak Kararları, ardından da 12 Eylül’le birlikte Türkiye neoliberal talana açıldı ve özelleştirme ideolojisi toplumun geniş kesimlerine benimsetildi. Devlete ait iktisadi kurumların verimsiz çalıştığı, buraların birer arpalık haline getirildiği, memurların aslında çalışmayıp havadan para kazandığı, her şeyin özelleştirilmesi gerektiği gibi iddialarla kamuculuğun zemini ideolojik düzlemde aşındırıldı. Yani sermaye sadece fabrikaları, sahilleri, madenleri gasp etmedi, insanımızın aklını da gasp etti ve aklın gaspı kamusal olanın gaspının, kamusal mülkiyetin özel mülkiyet tarafından çalınmasının zeminini hazırladı.
Oysa örneğin Koç’un ve liberal ahmaklığın “sorun” olarak gördüğü kamu çalışanı sayısını gelişmiş kapitalist ülkelerle kıyasladığımızda bambaşka bir sonuca varıyoruz. DİSK-AR’ın raporuna göre Türkiye’de toplam istihdam içerisinde kamunun payı yüzde 13.4 iken bu oran liberalizmin kalesi ABD’de bile yüzde 15 seviyesinde. OECD ülkelerine baktığımızda ise bu oranın ortalama 18.4 olduğunu görüyoruz. Yani Türkiye’de kamu çalışanı sayısı piyasacı aklın iddiasının aksine fazla falan değil.
Buradan devam edelim, Türkiye’de devletin küçültülmesi söyleminin en büyük dayanaklarından biri olan devletin ekonomi içerisindeki payının yüksek olduğu iddiası da bir palavradan ibaret. Çünkü yine DİSK-AR’ın raporundan öğreniyoruz ki kamu harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Harcamalar (GSYH) içerisindeki payı bizde yüzde 35.8 iken, bu oran İngiltere'de yüzde 46.5; Fransa'da yüzde 58.1; Almanya'da yüzde 49.7 ve İtalya'da yüzde 56.7'dir. Yani bu dört gelişmiş kapitalist ülkede de devlet, bizimkinden “büyük”tür ve dolayısıyla liberal ahmaklığın Türkiye’de devletin çok büyük olduğu ve küçültülmesi gerektiği yönündeki iddiası sermaye düzeni adına uydurulmuş bir masaldan ibarettir.
Kamu harcamalarının Batılı ülkelere kıyasla düşük olduğu açık bir şekilde ortadayken, buna bir de sosyal harcamalara ayrılan payın yetersizliği eklenmelidir. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde sosyal harcamaların GSYH içerisindeki payı yüzde 20’nin üzerindeyken Türkiye’de bu oran 2020’deki 17.6 seviyesinden bugün yüzde 14.5 seviyesine gerilemiştir. Dolayısıyla Türkiye’de milyonlarca kişinin yoksulluğunun yönetimi adına bir sadaka devleti inşa edilmiştir ama ortada sosyal devlet yoktur.
İşte bu durum, yani Türkiye ekonomisinin 24 Ocak sonrası içerisine düştüğü neoliberal talan, devletin küçültülmesi ve özelleştirme ideolojisi, sermayenin karşı-devrimi derinleştirmesine, Türkiye’nin İslamcı kadrolara teslim edilmesine ve Cumhuriyet’in çökertilmesine neden olmuştur. Sermaye düzeni kendi krizini öteleyebilmek adına dinci gericiliğe muhtaçtır. Ucuz Türk Lirası, ucuz emek ve güvencesiz çalışma üzerine kurulu ihracata dayalı birikim rejimi, emeğin kontrolü ve yoksulluğun yönetimi görevini siyasal İslam’a vermiştir ve o da 21 yıldır bu görevi başarıyla ifa etmekte, karşı-devrimi kalıcı hale getirmeye çalışmaktadır.
Öte yandan karşı-devrim kendi krizini bir türlü çözememektedir. Toplumun en az yarısı dinci gericiliğin toplumsal mühendislik projesinin karşısındadır ve bu da meşruiyet krizini derinleştirmektedir. Önce çarkların dönmesi adına sonra da enflasyonla mücadele adına geniş halk kesimleri yoksullaştırılmış ve ortaya korkunç bir bölüşüm krizi çıkmıştır. AYM, Yargıtay, yüzde 50+1 ve yeni anayasa tartışmalarında görüldüğü üzere rejim kendi krizini yaşamaktadır. Sığınmacı/göçmen meselesi partiler üzeri bir karakter kazanarak yaygınlaşmış ve yükselen milliyetçilikle birlikte patlamaya hazır bir bomba haline gelmiştir. Yasadışı bahis, kara para, şike, rüşvet, internet fenomenleri, futbolcuların kaptırdıkları paralar, uyuşturucu… Tüm bunlardan ortaya saçılan irin, yaşanan büyük yoksullukla birleştiğinde toplumda bir yandan çürümeye bir yandan da büyük bir öfkeye yol açmaktadır. Yani Türkiye’de düzen de rejim de derinleşmesi son derece muhtemel ve çoklu bir krizin içerisindedir.
Bu çoklu kriz kuşkusuz kendi “deli”lerini de yaratacaktır ama Türkiye’nin farkı, zaten işbaşındaki iktidarın dereceleri farklı olmakla birlikte dünyadaki sağ popülist akımların erken örneklerinden birini oluşturmasıdır. Dolayısıyla iktidardaki İslami popülizm halen daha düzene yönelik öfkeyi soğurabilmekte, etkisizleştirebilmektedir. Buna rağmen alttan alta Avrupa’daki sağ popülist, neo-faşist akımların benzeri bir akım gücünü ve etkisini artırmakta, özellikle genç kuşaklar arasında büyük ilgi görmektedir. Şimdilik seküler milliyetçilik olarak adlandırdığımız bu akım eğer kendi gerçek “deli”sini, yani kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir figürü bulabilirse, yakın gelecekte Türkiye siyasetinin en etkili öznelerinden biri haline gelecektir.
Velhasıl, Türkiye de tıpkı tüm dünyada olduğu gibi düzenin çoklu kriziyle karşı karşıyadır ve Türkiye de yaşanan küresel delilik halinin ve insanlığın karanlık bir çağa doğru doludizgin gidişinin parçasıdır; solun yokluğu, dünyanın olduğu gibi Türkiye’nin de deliliğinin esas nedenidir. Eğer dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfı siyaset sahnesine çıkmaz ve duruma müdahale etmezse bu gidişat durdurulamayacaktır. Devrim umudun, karşı-devrim ise umutsuzluğun örgütlenmesidir. Bize düşen bu gidişatı durdurmak adına umudu örgütlemektir.