Birincisinden daha zor yeni bir Kurtuluş Savaşı
Osmanlı kendisinin her bağlamda geri kalmış olduğunu 19.yüzyılda öğrendi. Cumhuriyet onun zayıf altyapısı üzerinde kuruldu. Olağanüstü bir çaba ve gerçekten şaşırtıcı bir hızla, çok geri kaldığımızın bilinci içinde, çağdaş bir kurumsal örgütlenmeye giriştik. İmparatorluk batmış, biz Birinci Dünya savaşından yeni çıkmıştık.
Cumhuriyet Savaştan sonra, Osmanlı çağının 200 yılda yapamadığını, fakir Anadolu’da, çeyrek yüzyılda gerçekleştirdi.
700 yıl tanrı ve sultanın kulluğunu yapmış Anadolu halkı 27 yıl sonra kendilerine o statüyü kazandıran hükümeti devirdiler. Bunun nedeni sadece erken bir sosyal bilinçlenme değildi. İkinci Dünya Savaşını kazanan Müttefiklerin Ortadoğu politikası ve Türklerin Rus korkusuydu. Ortaasya’da yaşarken bile Kore’ye gitmemiş Türkler, Kore savaşına katıldılar. Bu dünyaya uyum sağlanmak için yapıldı. Fakat temel sorun bizim Soğuk Savaşta Amerika’dan yana olmamız gerekliliğiydi. İktidara gelenlerin karakterine göre tavizlerin boyutu değişmiştir. Fakat 1980’e kadar çarpık da olsa demokratik bir rejimi sürdürdük.
Cumhuriyetin ilk döneminde üniversiteyi bitirdim. Babalarımızın amaçları ve gururları ve bir ölçüde ahlâk ölçütleri, fedakarlıkları bizim kuşakta devam etti. Bugün de bu ülkede yetişen namuslu, inançlı milyonlar var. Türkiye, hükümetler, generaller, her biri başka telden çalan parti ve politikacılar, Başbakanlar, bakanlar sayesinde değil, o dürüst insanlarla ayakta duruyor.
EMPERYALİST KOMPLOLAR
İç huzursuzluk çevre savaşları, emperyalist komplolar sonucudur. Giderek zayıfl arayan kapitalist bir dünyada, cahil bir Müslüman ülkenin 35 yıl ayakta durması bir mucizedir. Bunu Cumhuriyet yapısının doğru kurulmuş olmasına olduğu kadar, Türk halkının güvenilir bir dokusu olduğunun kanıtı olarak da görmek gerek.
Ülkenin alt yapısını da üst yapısını da 1980’den bu yana kemiren ilkel bir sömürü sistemi var. Dış nedenleri açık. İç nedenlerin temel kaynağı yüzyılların cehaletidir. Bu sadece kentle bütünleşememiş halkın cehaleti değildir. Acele okutulanın da cehaletidir.
Toplumun sorunu zekâ değil. Toplumsal kültürün entelektüel birikimin yetersizliğidir. Bu 700 yıllık bir cehalet birikimidir. Son 35 yılda toplumun tarihi yapısından kaynaklanan karşıtlıklar, kent nüfusunun artışı, emperyalizmin her gelişen ülkede örgütlediği sömürü ağları, dünya ile iletişimim getirdiği çağdaş teknoloji imgesinin kentlere doluşmuş fakir ve cahil kalabalıklar üzerindeki sarhoş eden etkisi, lumpenden kendilerine göre burjuvalığa terfi eden az eğitilmiş toplum katlarının politikleşen gruplarına, henüz demokratik yaşamın anlamını kavramamış ülkede, cumhuriyetin idaresini ellerine geçirme fırsatı verdi. Bu gelişme 1950’de başladı. Kentlere göçle güçlendi. 1980’de demokrasinin altını oydu. Yeni kentliler politikanın parasal güç kazanmağa dönük boyutu ile ilgilendiler. Buna, özel bir yorumla, bilinçsiz bir sınıf kavgası olarak bakılabilir. Bu gelişme içinde kendilerine dinsel, ulusal hatta sosyal adlar taksalar ve aralarında bilinçli örgütleyiciler olsa bile, bunların politik örgütleşmeleri basit menfaatleri aşıp entelektüel ideolojik boyutlara hiç ulaşmadı.
Kuşkusuz bugün milyonlarca bilinçli insan var. Fakat çoğunluğu hala bir politik ya da sosyal ideolojinin değil, basit güncelparasal menfaatlerin, ilkel ilişkilerin yan yana getirdiği politik elbiseli futbol takımlarıdır. Arkalarında da onları görünmez iplerle oynatan yerli ve yabancı emperyalist ve kapitalist olmak zorunda.
YÜZEYSEL POLEMİKLER
Dünya düzeni öyle işliyor. Kuşkusuz bu mekanizma giderek daha karmaşık oluyor. Medyada okuduğumuz da bu karmaşık mekanizmanın analizleri. Bazen içeriği öğretici. Çok kez yüzeysel. Çoğu da cahili yöneltme amaçlı. Genelde güncel tarihin yazımı yüzeysel bir polemiğe dönüşüyor. Ciddi çabalar olsa bile, araştırma entelektüel düzeye çıkamıyor. Burada bir birikim yokluğu var. Felsefi içeriği olmayan bir kültürün düşünce üretmesi felsefesiz olmak zorunda. Felsefe varlık üzerinde, en üst düzeyde, polemik boyutu olmayan bir anlama çabası. Ülkenin sorunlarına bugünden yarına çözüm getirmek amacı ile değil, fakat tartışmayı halka inebilecek bir olgunluğa kavuşup aydınlanana ve sadeleşene kadar sürdürmek gerekiyor. Türkiye’de entelektüel düşüncenin güncel politikada boğulup kalması toplum yapısının ilkelliğinden kaynaklanıyor. Düşüncenin yükselmesini engelleyen bir sarmaşık ve ot yoğunluğu yüksek ağaçların gelişmesine olanak vermiyor. Bu metafor entelektüel yoksulluğu anlatmaya yetmiyor. Kitap yayınlamaya 19. Yüzyıla 100 kitap basmış olarak giren Osmanlının %10’u okuma bilen bir İstanbul’da Avrupa ile boy ölçüşememesi doğaldı. 1800-2000 arasında bu toplumun sayı olarak değil, kavram olarak ne yapabildiğini bir gözden geçirince durum aydınlığa kavuşuyor.
ABBASİ RÖNESANSI
Kanımca tarih alanı toplumun en üretken olduğu alan. Çünkü kendi kimliğini tanımlamak ancak tarih bağlamında söz konusu. Osmanlı toplumu tarihin dediğini ön plana koyup, kendini Müslümanlıkla eşdeşleştirdiği için, bugün öteki olarak gördüğü Hıristiyan aleminin entelektüel düzeyi ile kapsam veiçerik olarak kendini tartmak zorundadır. Çünkü karşımızda bizeegemen olan Hıristiyan bir Avrupa ve Amerika var. İslam Dünyasının 12. ve 13. yüzyıllarda bu sorunu yoktu. Ab-basi dünyası Antik bilim ve felsefeyi 9. yüzyıldan başlayarak, Bağdat’ta halifelerin kurduğu Beyt al-Hikma da, Yunan, Hellenistik ve Roma yapıtlarını Arapçaya evirerek onların üzerinde geli-şen bir İslam Bilimi ve Felsefesi inşa etti. Bu Abbasi Rönesans’ı Avrupa’yı Rönesans’a kadar etkileyen bir kaynak oldu. Osmanlı bunu hiç izlemediği için hem İslam’ı hem kendisini Avrupa ile baş başa olmaktan uzaklaştırdı. Hırıstiyanların kaynak olarak kullandıkları Arap yapıtlarını Osmanlılar dışladılar. AslındaAvrupa’yı değil, kendi zengin entelektüel geleneklerini reddedipArap Ortaçağına geri dönmüşlerdi.
OSMANLI ABBASİ RÖNESANSINI DIŞLAMIŞTI
Türkiye’de, fazla kalabalık olmasa da entelektüel var. Bir sınırlı birikim de var. Fakat Türk genel düşünce tarihinin entelektüel birikimi yok. Çünkü bu akıl yürütme ve bilgi sahibi olmanın üzerinde felsefi açılım ve yorumdur. Osmanlı tarihinde, Fatihten sonra dışlanmış. Aslında böyle bir gelişim ancak kelam felsefe düzeyinde yorum yapılabilse beklenebilirdi. Ne İbni Sina ve İbn Rüşt gibi fi lozoflar ne de felsefi açılımın teşvik edeceği bilim adamlar Osmanlı medreselerinde yetişmedi.Türkiye’de bu entelektüel boşluğun topumun yaşamın da nasıl bir vurdum duymazlık, bilinçsiz bir sorumsuzluk, korkunç bir bürokrasi yarattığını anlamak istiyorsanız ünlü Japon Rejisör Akira Kurasava’nın (1910-1998) ‘İkuru’ (Yaşam) adlı 1952 tarihli bir başyapıt olan filmini seyredin.
Türkiye’nin temel sorunu seçilinceye kadar halkı kandıran partiler, mafya + devlet işbirliği ile talan, hırsızlıklar, karmakarışık kentler, yalan dolan değil. Bunlar her cahil toplumun alışagelmiş ''tarih boyu'' hastalıklarıdır. Bunların tartışılması da çözüm için yeterli değildir. Sorun önce bunların tanımını, bilimsel analizini yapmak, sonra, onlar üzerinde yapılacak entelektüel tartışmanın durulaşmasıdır.
Bu arada 19. yüzyıldan kalan klişeler, uydurma tarihi yorum-lar, emperyalizmin klişeleri de temizlenerek vitrinden indirilmelidir. Fakat yerleşmiş bir neo-kapitalist dünya imgesini yok sayarak işe başlanamaz. Çözüm yollarının, politikaya bulaştırılmadan, halkın anlayacağı bir dile indirgenmesi için büyük bir çaba gerekmektedir. Bu yeni bir Kurtuluş Savaşıdır. Birincisinden çok daha zor. (2015) Bilim Kültür HBT Sayı 389 -21 Eylül 2023 7
DOĞAN KUBAN