Atatürk’ün Manevi Yavrusu Ülkü'ye soruyorum:
– Atatürk’ü en son defa ne zaman gördün?
Düşünmeden cevap veriyor:
– Sarayda, diyor. Hastaydı, beni yanına çağırdı. Yatağının içinde doğruldu. Her zamanki gibi boynuma sarıldı, yüzümü, gözümü öptü. Bana: Ülkü, kızım, dedi. Sen artık Ankara’ya git. Ben de seninle gelecektim amma, bu doktorlar yok mu, işte, onlar, şimdilik bana müsaade etmiyorlar. Sen git, ben de bir kaç gün sonra arkandan geleceğim. Halbuki…
Ülkü, içini çekti, hafif ve titreyen bir sesle:
– Bir akşam, dedi. Mektepten geliyordum. Annem beni yarı yoldan karşıladı. Baktım ağlıyor. Meğer İstanbul’dan telefon etmişler. Atatürk ölmüş.
«Sen o zaman ne yaptın?» Diye sormadım. Çünkü, küçük Ülkü, o zaman yaptığının aynını şimdi tekrarlıyordu. İçini çeke çeke ağlıyor, salonun bir köşesine doğru çekiliyordu. Sustuk. Yine söze Ülkü başladı.
Gözlerindeki yaşları sile sile:
– Buraya sık sık gelirdi, dedi. Evvelâ, bitişik salona geçer ve şu sedirde otururdu. Ondan sonra, buraya gelirdi.
Küçücük parmakları ile büyük bir koltuk gösterdi:
– Buna otururdu.
Ülkü’ye yaklaştım. Muntazam taranmış saçlarını okşadım ve içim parçalana parçalana:
– Ülkü, dedim. Ne yapalım hayat böyledir. İnsanlar, doğar, büyür ve ölür. Atatürk öldüyse, onun yetiştirdiği büyük millet yaşasın. Sen yaşa. Fakat, söyle bakalım, bak pazar günü, Atatürk’ün öleli iki sene olacak. O gün sen ne yapacaksın?
Ülkü tekrar gözlerini sildi:
– Atatürk ister buraya gelsin, ister, başka bir yerde ben onun yanında olayım. Nereden olursa olsun bulur buluşturur, yakasına çiçek takardım. Şimdi, yine öyle yapacağım. Mezarının üzerine bir demet çiçek bırakacağım.