Sahip olunması zorunlu tek şey vardır. Ya yaradılıştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanat tarafından inceltilmiş bir ruh…
Friedrich Nietzsche
19 Kasım 1947’de Trabzon’da basılan şu gazetenin manşeti örnek......
Beyaz Zambaklar ülkesi Finlandiya, 1906 yılında kadınlara oy hakkı tanıyan ilk Avrupa ülkesidir. Bolşevik Devrimi’nden hemen sonra, 1917 yılında da Rusların güzel kadınları oy kullanma hakkına sahip olmuşlardı. Fransız kadınları ise oy kullanabilmek için Fransız İhtilalinden sonra 156 yıl beklediler. Ve bu haklarını uzun savaşlardan sonra 1945 yılında kazanabildiler ancak. Sırf savaşarak kazandıkları için de Fransız parlementosunda sayıları çoğu zaman erkeklerden daha çok oldu ve Fransız siyasi partilerinde kadın kolları gibi bir ilkellik de hiç olmadı. Güncel patlementer sayılarındaki oran ise %59 erkek %41 kadın şeklindedir…
Bizde ise kadınlar, bırakın oy kullanma haklarını, çağının çok ötesinde bir vizyona sahip olan Mustafa Kemal Atatürk’ten önce nüfus sayımında sayılma hakkına bile sahip değillerdi. Öküzler sayılıyordu, traktörler sayılıyordu ama kadınlar sayılmıyordu her ne hikmetse. Kadınları sayılmayan ülkelerin ömürleri de çok uzun olamazdı haliyle. Yani bir devletin uzun süre ayakta durması sayılan dört ayaklı öküzleri ile iki ayaklı öküzlerinin başarabileceği bir şey değildi. Sayılan traktörler bile onlardan daha çok işe yaradı çöküşün gelişini geciktirmekte. O yıkılan devletin küllerinden modern bir cumhuriyet kuruldu sonra. Ve “Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” diyerek kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdi 0, yüzyıl sonrasını apaçık gören mavi gözlü dev, Fransa’dan da 15 yıl önce. Ve üstelik kadınların bırakın savaşmasını öyle bir talepleri bile yokken. Ve hatta o hak verilirken bile haberleri yokken. Ve şimdi tarihin oyununa bakın ki o kadınlar onları saymayanların mirasçılarına oy veriyor ne yazık ki. Hem de “kız çocuklarının okula gitmesi caiz değildir” diyenlerin “baş örtülü bacılarımızı okula almadılar” yalanını ayet gibi kabul ederek…
Neyse, konumuz tarih değil, zaten ben de tarihçi değilim. Sadece bir trajediye parmak basmak istedim. Yalnız buradaki asıl trajedi anlattıklarım değildir. Bir ülkenin sanatçılarının aydınlarının entelektüellerinin bu durumu halklarına anlatamamaları çok daha vahim bir durumdur…
Şimdi bu dediklerimden haberleri olsa onların, diyecekler ki CHP’nin 86 yıldır dediği gibi. Bu halk bizi anlamıyor…
Anlamıyorlar değil anlatamıyorsunuz. Anlamayanlara anlatmanın yolu tekrar tekrar aynı şekilde anlatmak değildir. Kişiye özel dil geliştirip tek tek, kişi kişi anlatmak gerekir. Yine anlamazlarsa anlatmaktan vazgeçip kafalarını karıştıracak sorular sormaktır son çare…
Mesela bizim kuşak 40 yıl “Lozan ihanettir, Musul ve Kerkük Lozanda kaybedilmiştir, gizli maddeler vardır, Lozan’ın 100. yılı dolsun her şey açığa çıkacaktır” masallarını dinlemiştir.
Neredeyse 102 yıl olacak. Allah aşkına bir tane sanatçı, yarım aydın, bir entelektüel çıkıp sormadı, anlatmadı. Evet 40 yıl bekledik Lozan’ın yüzüncü yılı dolsun diye. Doldu da ne oldu..? Bir kişi sormadı, bir kişi yazmadı, bir kişi filmini çekmedi…
O günden bugüne yapılan 19 genel seçim ve genel seçimlerden ayrı yapılan yerel seçimlerin hepsinde Trabzon’daki bütün gazeteler, üstelik her seferinde bir öncekinden daha büyük puntolarla bu manşeti attılar. Bir tane aydın bir sanatçı bir entelektüel sormadı. 46 yıl at üstünde savaş meydanlarında dolaşan tarihin en büyük padişahlarından birinin bütün hayatını yatak odasında porno dizi olarak çektiler de bir sinema filminin adını Trabzon’dan Erzincan’a Uzanamayan Raylar koyamadılar. Halkımızın da böyle bir talebi de hiç olmadı ama. Ataları onlara “sürüden ayrılanı kurt kapar” demişti ya, onlar da çok sevip saydıkları atalarının sözünü tutup bir sürünün peşine takılıp gittiler hep…
Aydınları da…