Biz varlığı, Mutlak varlık ve arazsal varlık olmak üzere iki şekilde tanımlıyoruz.
Mutlak varlık hakkında çok fazla yorum yapamıyoruz yapımızdan dolayı biliyorsunuz bizler arazsal , yani izafi ve sınırlı varlıklarız. Sınırlı olanın sınırsız olanı anlatabileceği ölçüde değineceğiz. Anlayabilmek adına biz bu alemde Mutlak varlık için ZAT deriz . Zat vardır , lakin arazsal yada cisimsel varlık gibi görünmez. Şur’a suresinin 11. Ayetinde Zat için “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” denilmiştir. Çünkü , eğer bir şeyin benzeri yoksa , o şey kendidir. Bir şeyin benzerinin olmaması demek , o şey salt kendisidir demektir. Hatta kendinin de benzeridir diyemeyiz. Eğer ,bir şey kendisinin benzeridir dersek, o şeyi iki suret üzere ve kısımlara bölmemiz gerekir. Kendisi olan bir şeye ne farklı bir suret isnat edilir, ne de bölüm ve cüzleri mevcuttur denilebilinir. Çünkü bir şeyin benzeri yoksa ,kendi kendine benziyor da diyemeyiz. Peki niye diyemeyiz..?. Çünkü biz insanoğlu yani beşer olarak ,bir şeyi ancak başka bir şeyle kıyaslayarak ,başka bir şeye mukabil tanımlayabiliriz. Yani zıtlıklarla kavrayabiliriz. Zat’ın zıttı yoktur. Sırf kendisi olan bir şeyle ne muhatap olunabilinir ne de tanım konulabilinir.
Yaratıcı olan ZAT ,yaratırken vücudundan yani Zat’ın dan hiçbir şey vermez, yoksa biter. Örnek verecek olursak; Jenaratörün ürettiği elektrik, jenaratörün kendisi değil imgesidir. Yani hayalidir. Jenaratör elektirik üretirken, jenaratörde bir eksilme olmaz. Ressam da zihninde oluşan bir hayali ,tuvaline aktarırken , ressam ancak hayalinin ,hayalini kopyalayarak tuvaline o resmi aktarmış olur.Ve ressam da bir eksilme olmaz. Yaratıcı yaratırken , bilincinden başka kullanacağı hiçbir şey yoktur. Yaratmayı ,bilincinde olan ilmi ile yapar. Yaratıcının her şeye gücü bilinci iledir yani nefesindeki ilmi ilahisi iledir. Bizler varlık aleminde buna bilinç diyoruz. Zaten ,bütün alem yaratıcının bilincinin yani ilminin kesifleşmiş halidir. Her bir sıfatlanmış cisimlerde yaratıcının kayıtlandırılmış bilincinin formlarıdır. İnsanda bilincin formudur. Zaman-mekanlar da bilinç formudur ve zihinseldir –algısaldır. Bütün sıfatlar, Allah’ın neferidir. İnsanın varlığı da kendi bilincidir. İnsanın bilinç seviyesi ;kabiliyeti ve istidatı kadardır. Kabiliyet “KAP” demektir. İSTİDAT ise, kabiliyete hizmet eden isimlerdir. Her bir istidatı kapsayan, yetenek- beceri- kabiliyet- marifet-ustalık istidatın ayrı ayrı isimleridir.
İslam inancında “Tekvin-i Emir” yani yaratılışın kaynağı ve menşeini oluşturan kudrete ,Zat’ın “Meşiyyet-i” yani “İradesi” olarak tanımlanıp ifade edilmiştir.. Bu ifadenin ontolojik (Varlık bilgisi ) menşeili bilgisinin temeli, Zat’ın kendinden ,kendisi ile kendine olan tecellisi ilkesidir ”Tecelli “ise , cila-ayna- yansıma demektir. Tecelli , yani görünür olma birdir, fakat kabiliyetler ve istidatlar çeşitlidir. Zat, kendinden, kendine ,kendisi ile olduğu süreçte, Zat ,kendi kendiyleydi. Yani ilk başlangıç hali olan TEK (VAHİD) haldeydi. Bu tek hale “GAYB-I MUTLAK” da denilmiştir. Aslında Zat ,ebediyyen kendisiyledir ve TEK’dir yani VAHİD’dir. Bir sonraki aşamada ise , yani “ALEM-İ CEBERUT’TA “ veya “TAAYYÜN-İ EVVEL” mertebesinde ZAT ,vücutsal tekliğini korumakla birlikte ,sıfatsal çokluğa yani “VAHİDİYYET” aşamasına geçmiştir. Bu mertebe, Zat’ını-sıfatlarını ve isimlerini ve bütün mevcudatı birbirinden ayırmaksızın bir arada topluca bulunduğu özet mertebesidir. Zat’ın ,vücutsal tekliğini koruyarak ,sıfatlar ile çokluk aşamasında rahmeti devreye girmiştir. Rahmetiyle sıfatlarını diri tutmak ve var kılmak için ,sürekli nefesiyle yani sıfatlarını bilinçlendirerek beslemeye başlamıştır. Daimlik arz eden bu süreç, “Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır” ifadesiyle vücut bulmuştur. Bu rahmet, geneldir yani umumidir. İstisnasız her şeyi kapsar. Bu kapsam alanı, Allah’ın , meşiyyet-i yani irad-i tekvinin yaradılış ilkesidir ve tamamen ZAT’a aittir. Buraya kadar olan süreçte TANRI-İLAH kavramı yoktur. Tanrı’nın ismi de yoktur.
Zat’ın yani yaratıcının sıfatları açığa çıkarken ,yani vahidiyyet aşamasında, sıfatlar, isimlenerek kabiliyetlenir. Zaten, vahidiyyet yani birliğin çokluğu NEFESİN kabiliyetlenerek isimlenmesinin sonucudur. Nefes’ten kastedilen BİLİNÇ’tir. Nefesin , kabiliyetlenerek isimlenmesiyle birlikte ,isim ve sıfatların sevk ve idare edilmesi için bir hiyerarşi meydana gelir. Bu hiyerarşinin yönetimi ,bütün isimlerin toplamı olan bir konsesüsün oluşumunu gerektirir. Bu konsesin adı ALLAH-İLAH yani TANRI’dır. Yani “ALLAH” mefhumu, bütün ilahi sıfat ve isimleri kendinde toplayan bir isimdir.
Görüldüğü gibi, İlah veya Tanrı ,Zat’ın sıfatlarının kabiliyetlenerek isimlenmesi sonucu ,sonradan var edilmektedir. Dolayısıyla sonradan var edilen ARAZ’dır. Bu araz, yani Tanrı –İlah da Zat’ın nefesine bağlıdır. Varlık – yokluk ilkesine dahil olan yaratamaz. Çünkü nefesin sahibi değildir. Allah-Tanrı-İlah ,ancak nefesle var olandır. Allah ile kul arasında bağ nedir .?..diye soracak olursak ;Allah ile kulları arasında inayetten (iyilik-yardım-lütuf) başka bağ , hükümden başka sebep ,ezelden başka vakit yoktur.
İslam teolojisinde, yaratan ZAT mı..? ,yoksa Zat’ın sıfatı olan ALLAH- İLAH veya TANRI mı ..? ifadeleri birbirine karışmış durumdadır ve gerçek bilinmemektedir. Varlığın ,varlığa çıkmasını sağlayan gücün TANRI olduğu ifade edilmektedir. Yani varlığı TANRI yarattı deniliyor. Oysa ,TANRI yaratmaz ,ancak sevk ve idare eder. Bu sevk ve idarenin içerisinde ,kendi iradesini ,varlığın en üst halkasını oluşturan insana teklif olarak bildiriyor. Yani TEKLİF-İ EMİR’lerini insana bildiriyor. Zaten bu irade ancak,teklif-i olur. Onun içindir ki, dinler ve kutsal kitaplar irad-i emir değildir , teklif-i emirdir ve teklif-i emirde ancak ,Tanrı tarafından gerçekleştirilir. Önemli husus ;Teklif-i emrin kendisi de, irad-i emrin kapsamında olduğudur. Yani, teklif-i emre karşı muhalefet söz konusu bile değildir.
İslam teolojisinde ,yaratan Zat mıdır ,Tanrı mıdır ayrıştırılmasında ki muğlaklık ,bireylerde karmaşaya ve kaosa neden olmaktadır. Bu karmaşa ve kaos, bireylerin kendileri ile ilgili gerçeklere hiçbir zaman ulaşamamaları demektir. Bu durum bireylerin ,köleliğini pekiştirmekten başka bir şey değildir. Belki de bilinçli yapılan bir şeydir.
Gerçekte yaratan ZAT olduğuna göre , Zat’ın nefesinden ortaya çıkan sıfatlarda ,artık ZAT devrede değildir. Zat’ın sıfatları devrededir. Çünkü mahlukat dediğimiz bu alem ve tüm boyutlar ,Zat’ın sıfatlarının tezahürüdür. Dolayısıyla, sıfatları yine sıfatların bileşkesi veya toplamı olan ALLAH-İLAH veya TANRI dediğimiz mefhum (Kavram ) yönetmektedir. İnsanda sıfatların bileşkesiyle iş ve oluştadır.
İstisnasız tüm inançların kaynağı sadece insandır. Bir inanç ,diğer bir inancın kopyası veya devamı değildir. İnançlarda kullanılan ,ortak dil ve kelimeler ,insanları yanıltır. Dil’ler sayısal dizeme göre olur. Türk’çe de sayısal dizem mevcuttur. Bazı dillerde sayısal dizem yoktur. Her birey , kendi içselliğine yani bilinç derinliğine ulaştığında inançla karşılaşır. Ayrıca birey ,bilinç derinliğine ulaşmasa dahi ,yine de yaşamı ikilem üzerinedir. Bu ikilemden birini seçmesi ,seçtiği ikilem olan şıka inanmasından dolayıdır.
Bilinç derinliğine ulaşan her bireyin, genel sorunu o ,ulaştığı bilinç derinliğinde dil’in olmayışıdır. Lakin o bilinç derinliğinde ki, bilgiyi, istidat dilinden ,dünya diline veya konuştuğu dil’e çevirmeye veya aktarmaya çalıştığında o zaman , o bölgenin popüler dil’i veya anlatımı ne ise ,o bilgileri ,o dil’e göre formüle ederek anlatır. Bu anlatım ise , bir inancın sanki diğer inancın kopyası ve devamıymış gibi zannını oluşturur