Yasaklanmış kitap “Bozkurt” gerçekte Türk dostumu ?
Fakat bunları sayıp dökerken de, memleketin herhangi bir felâketi veyahut memleketini ve milletini alâkadar edecek herhangi mühim bir hadise zuhur etti mi, onun içkisini de, eğlencesini de bir tarafa bırakıp pençesini hadiselerin üzerine atarak arslan gibi kükrediğini de belirtip yazmayı ihmal etmiyordu. Atatürk kitabı sonuna kadar dinledikten sonra ‘Bunun ithalini menetmekle hükümet hataya düşmüş. Adamcağız yaptığımız sefahati eksik yazmış, bu eksiklerini ben ikmal edeyim de kitaba müsaade edilsin ve memlekette okunsun!’ diye latife etmişlerdi” (1).
–“Atatürk, 1932’de Necmettin Sadak’ı çağırır ve kitaptaki yanlışlar ve çarpıtmalara ilişkin cevaplarını açıklar. Sadak, bu cevapları aynı yıl Akşam Gazetesi’nde yayımlar” ve Armstrong’un kimliği hakkında yapılan araştırmada, yazarın işgal altındaki İstanbul’da görevli bir İngiliz İstihbarat Yüzbaşısı olduğu ortaya çıkar. İstanbul ile Anadolu’nun bağlantısını kesmek, İstanbul’daki cephanelikleri korumak, yakalananları kurşuna dizmek gibi görevleri üstlenmiş bir yüzbaşı… Ulusal Kurtuluşçuları kurşuna dizdirmiş olan Armstrong, eline bu kez silah olarak kalemi almış, hedefe Atatürk’ü koymuştur” (2).
Ve “Bozkurt” isimli kitabın yazarının “Türk Düşmanı” olup olmadığının kararını, içerisinden yapılabilecek alıntılar;
Ülke, askeri bir bunalımın eşiğindeydi ve o, yaşamının en önemli kararı almak zorundaydı. Yenilmiş olmakla birlikte, Yunan ordusu İzmir’den deniz yoluyla savuşmayı başarmıştı. Atina’dan gönderilen taze kuvvetlerle İstanbul’un az ötesinde, Trakya’da yeni bir ordu kuruluyordu. Mustafa Kemal’in donanması yoktu. Düşmanla karadan temasa geçmeliydi. Birliklerini onları yakalamak ve yeniden biçimlendirilmelerine fırsat vermeden ezmek üzere acilen kuzeye göndermişti. Yol, Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu. Çanakkale’de birliklerini Avrupa yakasına bırakmayan ve Yunanlılarla aralarında bir engel olarak duran bir İngiliz kuvvetiyle karşı karşıya gelmişti. Sorun ortadaydı: Yunan ordusu Trakya’da tahkimatlar yapıyordu; İngiliz İşgal ordusu yolu tutuyor ve aralarında bir duvar gibi dikiliyordu.
Ankara’ya dönen Mustafa Kemal her zaman yaptığı gibi, kararını vermeden önce bütün olasılıkları tartarak durumu gözden geçirmekteydi. Artık bekleyemezdi. Zamanın hayati önemi vardı. Yunanlılar birliklerini düzene koymadan ve siperlerini kazmadan evvel, onları ezmesi gerekiyordu. Yunanlılar ! Onları dövüp hamura dönüştürebilirdi; ama İngilizler ! Bu bir başka meseleydi.
Zafer sarhoşluğu ve guruyla dolu olmalarına karşın, Türk birlikleri yorgun, paçavraya dönmüş giysileriyle ve cephane sıkıntısı içinde, büyük silahlardan ve mekanize savaş imkânlarından yoksun durumdaydı. İngiliz birlikleri ülkeye alışmıştı, subayları deneyimli, mevzileriyse güçlü ve iyi tahkim edilmiş durumdaydı. Arkalarında büyük toplarla donanmış savaş gemilerinden oluşan muazzam bir armada ve uçaklar, onların da arkasında bütün kudreti ve ihtişamıyla Britanya İmparatorluğu duruyordu. İngilizler savaşmaya niyetlenecek olurlarsa, Türklerin yenilgisi kesindi. Fakat acaba savaşmak niyetinde miydiler ?, Yoksa blöf mü yapıyorlardı. Sorun bunun anlaşılmamasındaydı.
Fransız ve İtalyanlar, İngilizlerin blöf yaptığını söylüyorlardı. Ruslar da öyle; fakat onlara pek güvenilmezdi. İngiliz gazeteleri savaşa, loyd George’a karşı feryat ediyorlardı. Lloyd George ise savaşmakta kararlıydı, ama pek çok kişi artık onun sonunun geldiğini ve İngilizlerin onun peşinden gitmeyeceğini ileri sürmekteydi. Burada durumu belirleyecek etken, İngiliz kumandanı Sir Charles Harrington’ın tutumu olacaktı.
Söz konusu olan, onunla kendisi arasındaki zekâ savaşıydı. Uzaklarda, Anadolu dağlarındaki Türk, katı bir dirayet gösteriyordu; elinde kazandığı zaferden çılgına dönmüş, vatanı ve varlığını sürdürmek için savaşan bir ulus vardı. İstanbul’daki İrlandalı ise, durumundan pek emin değildi; ismen bir müttefik ordusunun kumandanıydı; kumandası altındaki İngiliz birlikleri de oldukça iyiydi, ancak Fransız ve İtalyanlar onu desteklemeyeceklerdi. Ayrıca İngiltere’nin de onu destekleyeceğinden emin değildi. Hiçbir büyük ülkü uğruna savaşmıyordu; tek amacı, kendisini ve askerini mümkün olan en az adam ve prestij kaybıyla içinde bulundukları korkunç ve hatalı çıkmazdan çıkarabilmekti.
İki kumandanın karakteri de, oynamak zorunda oldukları rollere son derece uygun düşüyordu. Türk çelik iradeli ve azimliydi. Bu savaşta ya Türkiye ve kendisini kurtaracak ya da yok olacaktı. Rakibini incelemişti. Londra’ya gönderirken Türk istihbaratının yakalayabildiği çok sayıda telgrafını okumuştu; İstanbul’daki Türk gözlemcilerden, gönderdiği mektupları ve hakkındaki raporları almıştı. Harrington’ın bir askerden çok, arada kalmış diplomat olduğunu anlamıştı. Birliklerini savaşa razı edebilirdi ancak onların cesaretini pekiştiremezdi. İyi bir kurmay subaydı; zeki, sağlam görüşlü ve nazikti; fakat ne bir kumarbaz, ne de bir bunalım dönemi önderi olamazdı. Hiçbir zaman büyük risk gerektiren o büyük kararı alması mümkün değildi.
Mustafa Kemal kararını verdi. Danışmanlarından kimisi, yenilgi riskine girmeden, derhal barış yapmasını istediler. Çoğunluksa, şiddetle derhal saldırıya geçip İngilizleri bir kenara itmesinden Yunanlılara yetişip, onları Atina’ya dek kovalamasından yanaydı. Mustafa Kemal, en belirgin değerlerinden biri olan soğukkanlı muhakemesi sayesinde, birinin boş övüngenliğini ve diğerinin iradesizliğini dikkatle tarttı. Kararı barış aleyhinde oldu. Bu durumda, istediği koşulları elde etmesi kesinlikle olanaksızdı. Koşulları görüşmek değil, onları kabul ettirmek istiyordu. Yunanlıları şimdi yakalayacaktı. Harrington’ın son dakikada metanetinin tükeneceğine ve onun geçmesine izin vereceğine inanıyordu.
Bir “yetenek testi” uygulamaya karar verdi. İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti. Süvariler sert bir şekilde burduruldular; durum ciddi görünüyordu. Şans yıldızına güvenip kumar oynaması gerekiyordu. Zayıf iradeli bir rakibe karşı işe yaraması mümkün olan bir hile, bir ‘ruse de guerre’ (savaş hilesi) uygulamayı deneyecekti. Piyadesinin silahları ters çevrilmiş halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti. Tehlike büyüktü. Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi. Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle savaşa girmiş olacaktı.
Ancak, bir tek kurşun bile atılmadı. Siperdeki İngiliz askerleri ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın, kalakalmıştı: Aldıkları emirler oldukça müphemdi: Ateş etmeksizin ya da güç kullanmaksızın Türkleri durdurmaları istenmişti. Türklerse ne duruyor ne de savaşıyorlar; sadece ilerleyişlerini sürdürüyorlardı. Durum oldukça kritik bir noktaya gelmişti: Türkler dikenli tele yaklaşmışlardı; İngiliz kumandana “Dur” emri geldiği zaman, teli aşmaya başlamışlardı bile: Bir ateşkes yapılmıştı.
Fransızlar doğruca Mustafa Kemal’e bir temsilci, Mösyö Franklin Bouillon’u göndermişlerdi: Fransa, İngiltere’yle çıkacak bir savaşın, Bolşevik Rusya’nın da Türkiye’ye katılmasıyla yeni bir dünya savaşı felaketini alevlendirebileceğinden korkmuştu. Franklin Bouillon, savaşa yol açabilecek tüm olasılıklara son vermek niyetiyle gelmişti: Müttefikler ve İngilizler adına her sözü vermeye hazırdı.
Müttefikler, Yunan ordusunun Trakya’dan çıkarılması ve Türkiye’nin Avrupa topraklarının geri verilmesi konusunda tüm sorumluluğu üstleneceklerdi: Savaştan değil, savaş tehdidinden bile kaçınabilmek için her şeyi, Mustafa Kemal’in tüm isteklerini yapmaya hazırdılar ve bir 'Lütfensakin olalım' anlaşması yapıldı. Gerçekte, tüm istediklerini elde etmişti bu tam bir zaferdi. Bu sonucu elde edebilmek ona belki elli bin askere ve aylarca sürecek bir savaşa mal olacaktı. Ve eğer yenilirse, çok daha kötü şeylere mal olabilirdi. İngilizlerin blöfü başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Birliklerine durmalarını emretti ve İsmet’i General Harrington’la görüşmek Üzere Mudanya adlı köye gönderdi. Mudanya’da Müttefikler, Yunanlıların Trakya’dan geri döndürülmeleri ve zamanı geldiğinde İstanbul’dan ve tüm Türkiye’den ayrılmaları konusunda anlaşmaya vardılar.
Mustafa Kemal galip gelmişti. Sakarya dönüm noktası olmuştu: İzmir, gösterişli bir başarıydı: Bu ise, gerçek zaferdi. Onun zaferiydi, onun cesareti, kararlılığı, hüneri ve muhakemesiyle bu, gıdadan, donanımdan yoksun, perişan ordu Yunanlıları kovalamış, Britanya İmparatorluğu’na kendi koşullarını kabul ettirmiş ve tüm Avrupa’nın gözünü korkutmuştu.
Artık içeride ve dışarıda, kendi koşullarını dikte edecekti….” (3).
* * *
Mudanya Mütarekesi’nden kısa bir özet:
“Büyük Taarruzun zaferle sona ermesi üzerine ve Çanakkale Krizinden sonra, İtilâf Devletleri TBMM’ye mütareke çağrısında bulunmuşlardır. Türk ordusu ile İngiliz işgal kuvvetleri arasında bazı gerginlikler yaşandıysa da görüşmeler 3 Ekim 1922’de Mudanya’da başladı.
Görüşmelerde TBMM hükümetini Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa temsil ederken, Fevzi Paşa ve Refet Paşa da görüşmeler boyunca Mudanya’da bulundular. İngiltere’yi General Harington, Fransa’yı General Charpy ve İtalya’yı da General Mombelli’nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili durumda bulunan Yunanistan, General Mazarakis ve Albay Sariyanis’i görevlendirmesine karşın, Yunan delegeler görüşmelere doğrudan doğruya katılmayıp Mudanya açıklarında bir İngiliz gemisinde beklediler… Bu durum: Milli mücadele’de Türkler ile savaştığı halde Yunanlıların Mudanya Görüşmeleri’ne doğrudan katılmaması, İngiltere’nin bir maşası olduğunun açık bir kanıtıdır.
14 maddelik Mudanya Mütarekesi’nin en önemli hükümleri şunlardır:
-Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki silahlı çatışma sona erecektir.
-Yunanlılar Doğu Trakya’yı 15 gün içerisinde boşaltacaklar ve bölge, İtilaf Devletleri aracılığıyla 30 gün içerisinde Türk yönetimine devredilecektir.
-Barış antlaşması imzalanıncaya kadar Türk ordusu Trakya’ya geçemeyecektir. Buna karşılık iç güvenlikle ilgili olarak sayısı 8.000’i aşmayacak bir jandarma kuvveti gönderilebilecektir.
-Barış antlaşmasının imzalanmasına kadar Meriç’in batı sahili (yani Batı Trakya) ve Karaağaç İtilaf Devletlerinin işgali altında kalacak ve Türk kuvvetleri Çanakkale Boğazı ve İzmit’te belirlenen çizgiyi geçemeyeceklerdir…
Mudanya Mütarekesi ile Türk-Yunan çatışmasının sona erdirilmesi ve Doğu Trakya’nın kurtarılması gibi gelişmeler Türk tarafının lehine sonuçlar doğuracak gelişmeler olarak göze çarparken, İstanbul ve Boğazlarda Türk egemenliği tam anlamıyla kurulamamıştır.
Gerek Boğazlar üzerinde kontrolün sağlanamamış olması, gerekse Trakya’ya ordu geçirilememesi, barış konferansı öncesinde Türk hükümetinin pazarlık gücünü sınırlandırmıştır. Bu hükümler, birçok noktada önemli kazanç sağlayan Mudanya Mütarekesi’nin zayıf halkalarından bir kısmı olarak değerlendirilebilir.
Boğazlar’da Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğinin kurulması Lozan Antlaşması ile de sağlanamamış, ancak 1936 yılında Montreux Antlaşması ile hâkimiyet sağlanabilmiştir.
…
İngiltere’yi Ateşkese Zorlayan Etkenler
-Bütün desteklerine rağmen Yunan ordusunun Türk ordusu karşısında ağır bir yenilgi alması.
-Müttefikleri Fransa ve İtalya’nın Anadolu’yu işgalden vazgeçerek İngiltere’yi yalnız bırakması
-İngiliz kamuoyunun, yeni bir savaşa karşı çıkması.
-İngiliz sömürgelerinin yeni bir savaşı desteklememesi. Çünkü İngiliz ordusunun savaşa katılmak istememesi.
-Çanakkale Krizi sırasında İngiltere’de iktidarda bulunan Lloyd George hükümetinin sarsılması. (4) Aslında İşgalci İngilizler, ülkemizi, Lozan Antlaşmasının imzalanmasını takiben, tabir caizse “güle oynaya!” terk etmişlerdir. Açık ifadesi ile, işgalciler, Lozan Antlaşması görüşülürken ülkemizdedir.
Soru: Biz Milli Mücadele’den galip ayrılmışsak, işgalcilerin hala ülkemizde NE İŞİ VAR ? Verilen sözlerin yerine getirilmesini mi beklemekteydiler ? bilinemez.
Kaynakçalar:
(1/(*) Kılıç Ali, Atatürk’ün hususiyetleri, (PR: “İtibar yönetimi” )
(2) Sadi Borak, Kırmızı beyaz yayınları
(3) H.C. Armstrong, Bozkurt, Nokta Kitap, s.143
(4) Vikipedi