Daha gençliğe adım atmamıştık henüz.
Tanklarla toplarla tüfeklerde geçmişti çocukça hayallerimizin üzerinden 12 Eylül. Seksenli yılların sonunda yirmili yaşların başlarını yaşamıştı bizim kuşak. Bitmez tükenmez enerjimizle tek başımıza dünyayı değiştirebilecek güce sahip olduğumuzu sanıyorduk o zamanlar. Ve tabii ki kadını sadece bacı gören ağbilerimizden dersler de almıştık. Kadın artık bacı değil aşktı bizim için. Üstelik benimki de ilkti…
Sevgilimin ağbisi bir firmada işe başlayacaktı. Sürüş deneyimi çok değildi. Bir gün babası, “oğlum bir hafta sonu onu da alın gezerken, biraz araba kullansın” dedi. Ve o hafta sonu fazladan bir ortak arkadaşımızı da alarak dört kişi Hopa’daki bir öğretmen arkadaşımıza gittik…
Hopa’da günü akşam ettikten sonra arkadaşımızla evine gidip eşiyle tanışıp yeni doğan bebeğini sevip dönecektik. AKP yoktu ya o zamanlar, haliyle buzdolabı televizyon müzik seti flash bellek cd md de yoktu yani. Biz bebek severken ortak arkadaşımız, yani bizim Olli başına bir kulaklık geçirip eline de iki tane kaset alarak pili radyo kasetçaların başına geçti ve 3 saate yakın zaman onunla uğraştı. Hepimizin tek tek bağırarak uyarılarını elinin tersiyle cevapladı her seferinde. Dönüş gece ve yağmurlu bir havada olduğu için arabayı benim kullanmamı istediler ve sürücü koltuğuna ben oturdum.
Daha emniyet kemerimi takmadan Olli arka koltuktan bir kasetle vurdu omuzuma. “Olli sıkıldım senin anarşist türkülerinden, bunu dinleyelim” dedi şaka yollu. Değiştirdim arabanın teybindeki kaseti ve yola çıktık. Bağlamanın ilk tınısında; en azından Neşet, dinlenir diye geçirdim içimden. Nereden bilecektim Neşet Ertaş’ın “Zahide kurbanım oooyyy” diyen yanık sesinin 35 yıl sonra yüreğimi yakacağını. İlk türkü bitti ben ikinciyi merak ederken yine Zahide başladı. Üçüncü sefer de başlayınca “Olli bu ne” dedim, “bu taraf öyle” dedi. Kasetin ilk yüzü bitti değiştirdim yine Zahide başladı. Ne lan bu demeye fırsat bırakmadan “Olli bu taraf da hep Zahide’m, hiç itiraz istemem beni eve bırakana kadar bu kaset dinlenecek” dedi ve öyle de oldu…
Cep telefonlarımız da yoktu bizim o zamanlar. Konum atarak buluşan bir nesil de değildi bizim kuşak. O yüzden sevdiklerimizin/birbirimizin ne zaman nerede olacağını bilirdik. Zaten okula da boş zamanlarımızda giderdik. Her gün randevusuz dünyanın en güzel çay bahçesi Ganita’da buluşurduk. Sonraki ilk görüşmemizde sordum. “Olli kimdi o Zahide?” diye. “Kahramanmaraş’ta bir öğretmen Olli, çok hayın sevdalıyım ona” dedi. Kendisini tanımadan sevdasını tanıdım Zahide öğretmenin…
Dedim ya AKP yoktu o zamanlar. Yani hiçbir şey yoktu sizin anlayacağınız. Torpil yoktu, adam kayırma yoktu, kul hakkı yeme yoktu. Yoktu da yoktu. Aşıklar aynı şehirde yaşasın diye nikahlarını kıydık ve Olli’yi babamın şirketinde çalışıyor gösterdik babamın haberi olmadan. Ve Zahide öğretmenin tayinini Trabzon’a yaptırabildik. Her şey yasalara ve sevdaya dahildi yani. Sonrası uzun bir hikaye. Hikayenin ilk ve tek meyvesi Mehmet Eren’e kirvelik sünnetçinin de oğlu olan en iyi ortak dostumuza, kirve yardımcılığı da bana düşmüştü…
Yani velhasıl kelam, Cahit Sıtkı Tarancı’ya göre yarım ömür tanıklık ettiğim aşkın güzel tarafı Zahide öğretmen, geçen hafta ani bir beyin kanaması geçirerek yoğun bakımda yaşam mücadelesi verdi ve ben yanında yoktum. Sonra o mücadeleyi kaybetti ve sonsuz bir yolculuğa çıktı, yine yoktum. Uzaklardan el sallayarak uğurlayabildim ancak. Bir de buradan uğurlayayım dedim…
Güle güle güzel kardeşim…
Güle güle güzel gelinim…
Çok mutlu ol oralarda. Çünkü hala seni çok seven yanık bir yürek bıraktın buralarda…