EŞİ BULUNMAZ BİR CİMRİ..! (Lütfen Okuyunuz)
Yunan ordusu 15 Mayıs 1919'da İzmir'i işgal etmişti. Bu sırada Ayvalık'ta TÜRK ordusunun Yüzyetmişikinci Alay'ı vardı. Yüzyetmişikinci Alay'ın komutanı Yarbay Ali (Çetinkaya) Bey'di. Bu alayın erlerinin çoğu, Büyük Dünya Savaşı'na katılmış gazilerdi. Bu erler, askerlik görevlerini bitirdiklerinden, bikaç gün sonra terhis olup köylerine döneceklerdi. Evlerine gidecekleri için sevinçliydiler.
O günlerde Ayvalık koyuna iki Yunan torpidosu gelip demirlemişti. Bu torpidolarda Yunan deniz erlerinden başka, Yunan piyade erleri de vardı. Gemilerde piyade erlerinin bulunması, Yunanlılar'in Ayvalık'a asker çıkaracaklarını gösteriyordu.
Yüzyetmişikinci Alay Komutanı Yarbay Ali Bey, işgalci Yunanlılar'a karşı koymaya, düşmana karşı direnmeye karar verdi. Ama İstanbul'daki Padişah hükümeti, Yunanlılar'a karşı direnilmesini istemiyordu.
Yarbay Ali Bey, Yüzyetmişikinci Alay'ın erlerini, erbaşlarını, assubay ve subaylarını toplayıp onlara şöyle dedi:
— Arkadaşlar.! Biliyorum. Büyük Savaş'ın yorgunluğunu bile daha üzerinizden atmadınız. Büyük Savaş'ta silah arkadaşlarınızdan çoğu şehit düştü. Sizler de kanlarınızı döktünüz. Sizlerden artık hiçkimsenin bir görev istemeye hakkı yoktur. Bikaç gün sonra terhis olup köylerinize gidecek, evlerinize dönecek, ailelerinize kavuşacaksınız. Ama biliyorsunuz, İzmir'imizi düşman işgal etti. İşte görüyorsunuz, karşımızda da düşmanın iki savaş gemisi duruyor. Belki bugün, belki yarın, bu iki düşman gemisi Ayvalık'ı top ateşine tutacak. Yunan askerleri Ayvalık'ı da işgal edecek. Biz, yurdumuzun bu bölümünü düşmana bırakıp evlerimize gidemeyiz. Bu görevi sizden ben istemiyorum, anayurt istiyor. Yurdumuzu savunmak için benimle burda kalıp savaşmak isteyenler şu yana geçsinler. "Hayır, biz savaşmaktan çok yorulduk. Bundan sonra artık askerlik yapmayız" diyenler de haklıdırlar. Onlar da silahlarını bıraksınlar, gülegüle evlerine gitsinler.!
Yarbay Ali Bey, yüzü gülmez, sert görünüşlü, duygularını dışa vurmaz bir askerdi. Ama erlerine bu sözleri söylerken o denli duygulanmıştı ki, gözleri buğulanmış, sesi titremişti. Dudaklarından bir hece daha çıksa, yıllarca savaş alanlarında vuruşmuş o yiğit yarbayın gözlerinden yaşlar boşanacaktı.
Komutanlarının bu sözü üzerine, Yüzyetmişikinci Alay'ın tek eri bile silahını bırakmadı. Hepsi birden, yurtlarını savunmak için, Alay komutanlarının gösterdiği yana geçti. Hükümet, işgalci Yunanlılar'a karşı direnilmesini istemediğine göre, direnişe geçen Yüzyetmişikinci Alay, hükümete karşı geliyor demekti. Bu durumda hükümet Yüzyetmişikinci Alay'ın gereksinmelerini karşılamayacak, giderlerini sağlamayacaktı. Alaydaki subayların, assubayların, erlerin yiyecekleri, giyecekleri, yakacakları, yunacakları, sonra hayvanların yemleri kısacası bütün bu gereksinmeler nasıl, nerden sağlanacaktı.?
1919 yılının 26 Mayıs günüydü. Yunan ordusu İzmir'i işgal edeli onbir gün olmuştu.
İşte ogün Yarbay Ali Bey atına atlayıp Ayvalık'tan Burhaniye'ye geldi. Burhaniye'deki tanıdıklarından zeytinyağı fabrikası sahibi Ali Osman Ağa'yla bu konuyu konuştu. Ali Osman Ağa, Burhaniye'nin ilerigelenlerini çağırdı. Tüccar Hacı Tali Bey'in yazıhanesinde gizli bir toplantı yaptılar. Yarbay Ali Bey, o toplantıda bulunanlara şöyle dedi:
— Burhaniyeliler, Alayımın her türlü gereksinmesini sağlarsa, yiyeceğini, giyeceğini, hayvan yemini verirse, ben hükümete karşı gelip alayımla düşmana karşı direneceğim.
Burhaniye'nin ileri gelenleri, Ali Bey'in bu önerisini benimsediler. Bu iş için Burhaniye Haklan Savunma Derneği (Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) kuruldu. Müderris Şükrü Hocaefendi, bu derneğin başkanlığına seçildi. Tüccar Hacı Tali Bey de derneğin levazım işleri yönetmenliğine getirildi. İlk toplantıda, düşmana karşı direnmek için Yüzyetmişikinci Alay'dan başka, bir de sivillerden oluşacak bir milis alayının kurulmasına karar verildi.
Bundan sonra, Burhaniye'ye çok yakın olan Havran ve Edremit ilçelerinde de Hakları Savunma Dernekleri kuruldu.
Yoksul Burhaniye halkı Yüzyetmişikinci Alay'la milis alayını besleyemez, bu iki alayın tüm gereksinmelerini karşılayamazdı. Havranlılar'la Edremitliler de bu yurt görevine katıldılar. İki alayın giderlerinin yüzdekırkbeşini Edremitliler, yüzdeotuzunu Havranlılar, yüzdeyirmibeşini de Burhaniyeliler karşılıyordu. İlk ağızda o günün parasıyla yetmişdörtbin lira (Bugün için iki milyon lirayı aşkındır), onbin şinik buğday (Bir şinik onbeş kilo olduğuna göre yüzellibin kilo buğday), üçyüzyirmi koyun toplanarak bu iki alayın bir süre için gereksinmesi sağlandı.
Alayların giderlerini sağlamada zorluk çekiliyordu. Başkan Şükrü Hocaefendi, derneğin bir toplantısında şöyle dedi:
— Arkadaşlar.! Varlıklı olanlara, zenginliklerine göre salma koyacağız. Başka umarımız yoktur. Parası olan para, malı olan mal verecek.! Herkes olanını bağışlayacak.
Bunun üzerine,o toplantıda bulunan üyeler, kendilerinden yardım istenilecek varlıklıların adlarını saymaya başladılar. Üyeler bağış alınacakların adlarını söylüyor, derneğin yazmanı olan Hüseyin Hüsnü (Develi) de bu adları bir deftere yazıyordu. İşte böylece, para ve mal istenilecek kişilerin adlarıyla, her adın yanına da, o kişiden nice mal yada para alınacağı yazılarak bir salma listesi yapıldı. Bu listedeki adlar arasında bir de Çoruk Köyü'nden Çapkınoğlu Hasan Ağa adı vardı. Bu adın yanına 500 şinik buğday salma yazılmıştı.
Çoruk Köyü'nden Çapkınoğlu Hasan Ağa'nın adı söylenip listeye yazılırken, ordakiler alaylı alaylı gülümsemişlerdi. Çünkü bu Hasan Ağa, onların tanıdığı en cimri kimseydi. Dünyada ondan daha pintisi olamazdı. Çok zengin olduğunu herkes biliyordu, ama kimseye bişey verdiğini, bir yoksula yardım ettiğini gören olmamıştı. Ondan para yada mal istemek, canından can koparmak demekti. Biriktirdiği altınları, tenekeye doldurup toprağa gömdüğü söylenirdi.
Salma listesine yazılanlara gidip, biçilen salmayı vermeleri istenecekti. Ama ordakilerden hiç kimse, salma istemek için Çoruk Köyü'nden Hasan Ağa'ya gitmek istemiyordu. Çünkü O'nun bişey vermeyeceği belliydi.
Bu Hasan Ağa çok yaşlıydı. Bu denli yaşlı ve zengin bir adamın bu denli eli sıkı olmasına herkes şaşar kalırdı. O'nun dillere söylence olmuş pintiliği üzerine pek çok olay anlatılırdı.
Para kendisinden çıkmasa da, alışkanlık olur korkusuyla, ısmarlanan çayı, kahveyi bile içmezdi. O'na çay, kahve ısmarlayanlara, günün birinde kendisinin de çay, kahve ısmarlaması gerekeceğini düşünürdü. O zamanın parasıyla bir fincan kahve on paraydı. Hasan Ağa on paraya bile kıyamazdı.
İşte bu denli cimri olduğu bilinen Hasan Ağa'ya salma almak için, ordakilerden hiçbiri gitmek istemeyince Hacı Tali Bey, derneğin yazmanı Hüseyin Hüsnü'ye,
— Senin dilin tatlıdır, ağzın laf yapar. Var sen git, iste.! Dedi.
Hüseyin Hüsnü Çoruk Köyü'ne gitti. Salma alacağından umutsuzdu. Köy kahvesine girdi. Kahvede gördüğü köyün korucusuna, Hasan Ağa'yı çağırmasını söyledi. Az sonra korucu, Hasan Ağa'yı köy kahvesine getirmişti. Hüseyin Hüsnü, köy kahvesinde oturanların da duyacağı bir sesle;
— Hasan Ağa amca, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti sana beşyüz şinik buğday salma yazdı, dedi.
Hasan Ağa,
— Bana çok salma koymuşsunuz yiğen dedi.
Hüseyin Hüsnü de O'na;
— Allah daha da çok versin, sende de çok var Hasan Ağa amca dedi.
Bunun üzerine Hasan Ağa;
— Öyleyse kalk yürü dedi.
Hüseyin Hüsnü'nün bileğinden tuttu. Bileğini bırakmadan O'nunla yürüdü. Tahtadan yapılmış bir büyük ambar önüne geldiler. Ambarın uzunluğu yirmi metre vardı, belki de daha uzundu. Hasan Ağa anahtarıyla ambarın kapı kilidini açtı. Ambara girdiler.
İçeri girince Hüseyin Hüsnü şaşıp kalmıştı. Çünkü içerisi tahılla doluydu. Ambarda tahta perdelerle ayrılmış onbir bölüm vardı. Her bölüm, silme, tepeleme tahılla dopdoluydu. Hasan Ağa her bölümü Hüseyin Hüsnü'ye ayrı ayrı gösterip.!
— İşte bu bölmede buğday var.! Bu bölmede arpa dolu.! Bu bölmeye de çavdar yığdık.! İşte burası da yulaf bölmesi, dolu diyordu.
Hüseyin Hüsnü şaşkınlıktan konuşamıyordu. Sanki düş görüyordu.
Hasan Ağa sözünü sürdürdü.
— Bana beşyüz şinik buğday mı saldınız.? Neye bu kadar az salma koydunuz bana yiğen.? İki alaya beşyüz şinik buğday yeter mi hiç.! Bak yiğen, bu ambardaki salt buğday altıbinikiyüz şinik. Buğdaylar da, arpalar, yulaflar, çavdarlar da, hepsi hepsi, burda her ne varsa, hepsi Kuvvayimilliyye'nin, hepsi askerlerimizin. Alın, götürün.! Taşıma için araba isterseniz, arabalarım da var. Arabalarımı da alın götürün, onlar da askerlerimizin. Yedirin tahıllarımı askerlerimize. Burdakiler yetmezse hiç kaygılanmayın, daha da bulur buluştururuz. Her ne isterseniz, her neyim varsa, varımı yoğumu vereceğim. Bende yoksa, olanlardan ödünç alıp, borç alıp vereceğim. Başka hiçbir umarımız kalmadı yiğen, yeter ki gavuru buralara sokmayın. Evimde, odamın duvarına asılı bir tüfeğim var, salt bir onu veremem. Çünkü onu kendime ayırdım. Yaşlıyım diye tüfek kullanamam belleme. Düşman buralara dek girerse o tüfekle namusumuzu koruyup savunacağım ölene dek. Hadi şimdi var git güle güle.! Bu dediklerimi böylece bir bir anlat.! Güle güle.! Benden selam söyle Hacı Tali'ye.!
Hüseyin Hüsnü, Burhaniye'ye döndü. Burhaniye Hakları Savunma Derneği'nin dokuz üyesi yine Hacı Tali Bey'in yazıhanesinde toplanmıştı. Hüseyin Hüsnü içeri girince, ne haber getirdi diye, üyelerin hepsi merakla O'na baktılar. Dünyanın en cimri adamı olarak bildikleri Çoruk Köyü'nden Hasan Ağa'dan ne haber getirmişti.?
Yazman Hüseyin Hüsnü olanları anlattı. Hasan Ağa'nın sözlerini onlara iletti. Bu sözleri duyunca ordakilerin başlan önlerine eğildi. Bir derin sessizlik oldu. Burhaniye'nin yaşlı ileri gelenlerinin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Ençok üzülen de Hacı Tali Bey olmuştu. Ağladığı görülmesin diye yazıhaneden çıkmıştı. Koca adam kendini tutamamış, hüngür hüngür ağlıyor, biyandan da sesi titreyerek,
— Hiç kimse için kötü düşünmeyeceksin.!
Diye söylenip duruyordu..!
AZİZ NESİN...