Suadiye’de Tabakhane, Çılbıryan Kardeşler ve Bolbedros
Haydarpaşa – İzmit demiryolu hattı inşa edilirken 1888’de Erenköy’de Tellikavak’tan Bostancı’ya uzanan demiryolu, Almanlar tarafından kısaltılarak şimdiki hattan geçirilmiş ve Suadiye’de bir istasyon yapılmış. Çevrede tek tük evler varken 1890’lardan sonra köşk konak sayısı artmaya başlıyor. Saray entrikaları ve jurnaller, İstanbul’da yeni semtler kurulmasına sebep olmuştur. O devirde Saray’dan olabildiğince uzak yaşayıp dedikoduyla mesafeli kalmak isteyen paşalar, buraları tercih etmeye başladı diye anlatılır. Kadıköy’den Bostancı’ya kadar kentsel gelişim önceleri yavaştır. O nedenle 1920’li yıllarda çekilmiş fotoğraflarda Suadiye çevresini yerleşim bakımından tenha bulursunuz. Yıllar geçtikten sonra bile Caddebostan’dan öteye Suadiye’yi tabakhane yapmak için uygun görmüşler.
1900lerin başlarında alabildiğine bahçe bostan olan bölge, yavaş yavaş imar edilerek bir yerleşim yerine dönmeye başlıyor. En bilinen veya sözü edilebilecek iki köşk, biri Kozyatağı’na doğru maliye nazırlarından Reşat Paşa’nın Mehmet Efendi tarafından yapımı 14 yıl süren konağı; diğeri Caddebostan’daki Ragıp Paşa Köşkü.
İsim benzerliğine takılmazsanız Suadiye’nin göbeğinde o vakitler İstanbul Şehremaneti Rıdvan Paşa’nın kardeşi Reşit Paşa’nın da köşkü varmış. Köşk, atla dolaşılacak kadar geniş ve çeşitli müştemilatın bulunduğu bir arazide yer alıyormuş. İki tarafında sık ağaçlar dizili Arnavut kaldırımı araba yolu, günümüzde Pembegül Sokağı’na denk düşüyor.
Reşit Paşa’nın arazisine bitişik arazi üzerindeki Mr. Tucker’in köşkü de bilinirdi. Fotoğrafta deniz kıyısında onu da seçebiliyorsunuz. Mr. Tucker İngiliz Elçiliği’nde görevliydi. Ailesi 3 kuşak burada yaşamıştır. Koruluk arazi sonrasında başka bir aileye geçti. Günümüzde Ersoy Sitesi buradadır.
Maliye Nazırı Reşad Paşa’nın kızı Suad Hanım ölünce bir cami yapılmış ve ilerleyen yıllarda semt, Suadiye adıyla anılır olmuştur. 1935 sonrası araziler parsellenerek satıldı, sahil de eskisine nazaran daha doluydu. Suadiye Plajı epeyi tercih ediliyordu. Erenköy, Suadiye çevresinde yazı geçirmek isteyen aileler, mevsimliği 50 ila 100 lira ödeyerek köşklerde oturuyorlardı.
Suadiye Plajı’nın sahibi Aydınlı eski bir asker emeklisi olan Mustafa Güler.
Caddebostan’da daha önceki yazılarda bahsi geçen zift fabrikasını da hatırlarsanız, o vakitler bu çevrenin ne kadar şehirden uzak kaldığını tekrar fark edersiniz. Suadiye Oteli’nin arazisini zamanında Mustafa Güler tabakhane yapmak üzere satın almışken çevre ahalisinin itirazlarıyla mani olunmuş ve sonrasında otel yapılmış.
Plajlar, sahiller güzeldi şahaneydi deyince hemen ipek gibi kumlara basa basa masmavi, berrak serin sulara atlanıyordu zannedilmemeli. Suadiye Plajı çevresi sapada kaldığından, sahilin denize girilebilecek şekilde düzenlenmesi gerekir. Ustalar haftalarca kayaları kırmak zorunda kalır, üstelik plajın kumu kayıklarla taşınır. Nihayet bu plaj ve otel yıllarca son derece revaçta bir eğlence yeri olmaya devam etmiştir. Mustafa Bey, müthiş bir girişimcilik öngörüsüyle otel arazisini satın alıp tabakhane yapamayınca plaj işine girmiş olmalı çünkü kendisi 1952 yılında öldükten sonra plaj, 1960’lı yıllara kadar hizmet vermeye devam etti.
Suadiye’de tren yolu hattı ile Şemsettin Günaltay Caddesi arasında kalan Öğretmen Hayrullah Efendi Sokak eskiden Çılbıryan Sokağı olarak geçiyor. Muhtemelen Domuzdamı denilen yer de burasıydı çünkü Muhittin Arel’den öğrendiğimize göre “Kazasker’den Turşucuderesi’ne, Ankara asfaltından tren yoluna kadar olan arazinin sahibi Agop ve Hırant Çılbıryan kardeşler” imiş. Çılbıryan Kardeşler hakkında bilgi bulmak zor. Eski İstanbul’da birçok girişimleri olduğu anlaşılıyor. Suadiye’deki çiftlikte yetiştirilen “cins-i hınzır” başka çiftliklere kıyasla daha yağlı ve besili olduğu için Galata’da Bankalar Caddesi sonunda aynı isimle anılan sokaktaki kasaplar tarafından çok rağbet görüp erbabına dağıtılırken en evvel buraya başvurulur imiş.
O vakitler Bolbedros denirmiş, Şaşkınbakkal Suadiye’den ileride bol ağaçlıklı mahalle olarak tasvir edilen yeşillik bir yer. Ağaçlar altındaki kuytu kahvede laterna sesi eksik olmaz, üç beş kişi bir araya geldiyse kasap oyunu başlarmış. “Ne in vardı ne cin. Ne hayvan geçerdi, ne kervan…”
İşte o günlerden bugünlere geldik…